Geçen Çarşamba akşamüzeri Antalya’dan dönerken biraz acele ediyordum. Çünkü katılmayı düşündüğüm bir konferans vardı. Gerçi yıllardır ne gecelere ne konferanslara katılmıyordum. Gençliğimde yeterince katılmış olmama rağmen bana pek bir şey katmadığı kanaatine varmıştım. Ama bu başkaydı. Afişlerinden anlaşılan, konusu gerçektende çarpıcıydı.
    “Hangi 28 Şubat? Müslümanlar kendisi ile hesaplaşıyor” Konuşmacı Hüda Kaya.


    Öğretmen evinin toplantı salonuna girer girmez tahminimde yanılmadığımı anladım... Salonun büyük bir kısmı boştu... Katılanların kahir ekseriyeti de gencecik kızlardı.


    Doğrusu Hüda Hanım’ın konuşması benim için son derece orijinaldi. Aktardıkları, bilgi birikiminden ziyade yaşadığı hayattan devşirdiği tecrübelerine dayanıyordu. Bu bakımdan yalın fakat son derece isabetli tespitleri vardı.


    Önce Hüda Kaya kim?
    Üç kız çocuğuyla birlikte yıllarca hapis yatan bir anne. İdamla yargılanmış neyse ki birkaç sene ile kurtulmuş.


    Şimdi haklı olarak “suçu ne?” diye soracaksınız. Silah zoruyla hükümet devirmek mi? Bir Ermeni Yurttaşımızı alçakça katletmek mi? Toprağın altına oraya buraya silah gömmek mi? Hıristiyan din adamlarını gaddarca kesmek mi? Kendi uçağımızı düşürmeyi planlamak mı? Camilerimizi bombalayıp çıkacak karışıklıkla yönetimi ele geçirmeyi düşlemek mi?


    Hayır! Onun suçu bunlardan hiç birisi değil! Ya? Onun suçu üç kızı ile birlikte Malatya’da “başörtüsüne özgürlük eylemlerine” katılmak.
    Ne büyük bir suç değil mi?!
    Eğer adaletin içerisine postal kokusu siner üstelik birde yargı brifinglenmiş olursa, adalet işte böyle tecelli eder!
    En tabii ve demokratik hakkını kullandın diye insanlar anayasal düzeni değiştirmek suçlaması ile yargılanır... Sonrada üç yıl yatırılır.
    Hem de üç kızı ile birlikte...


    Hüda Hanım sözlerine şu çarpıcı cümle ile başladı: “28 Şubata kadar o kadar büyük iddiamız vardı ki bir gün sınanacağımızı düşünmeden bütün dünyayı kurtarıyorduk”
    Duyduğum cümle, söyleyenin haklı olduğuna dair,  içimde bir duygu uyandırdı. Kendimizi dev aynasında görmeye başlamıştık. Allah bize bir ayna tuttu ve gerçek halimizi bize gösteriverdi.
    Kendisinin deyimiyle: “Rabbimiz yapamayacağınız bir şeyi neden söylersiniz dedi ve çapımızı bize gösterdi.”


    Hüda Hanım “bizim gibi yaşamayan, bizim gibi giyinmeyen ve düşünmeyen kesimlerin haklarını yeterince savunamadık” derken Türkiye’deki dindar kesimin gösterdiği bir zaafı açık yüreklilikle dile getiriyordu. Ona göre bu zaaf halen daha devam ediyordu. Mesela Uludere’de yaşanan dramı kastederek: “Gazze’de ve Suriye’de gösterdiğimiz cesareti neden Uludere ve Pozantı’da gösteremiyoruz?” diye de soruyordu.
    Haksız da değil di hani? Kürtlerin ıstırabını şayet Müslümanlar gereğince savunmuş olsaydı, Kürt kardeşlerimiz bugün laik ve ulusçu bir akımın peşine düşmezlerdi.


    Yine kendisine ait çarpıcı bir cümle: “Fitne kalkıncaya kadar savaşın ayetini bomba atmak kafa koparmak şeklinde anladık” Yanlış mı? El Kaide ve Taliban gibi örgütlerin farklı bir şey yaptığını söyleyebilmek mümkün mü?


    Ben sizlerle bu notlarımı paylaşmayı düşünürken Perşembe Sabahı bir de baktım ki 28 Şubat’ın güçlü Generallerine Savcı gözaltı emri vermiş.


    Has Partinin titiz bir şekilde hazırladığı suç duyurusu meyvesini vermeye başlamıştı.


    Doğrusu, Çevik Bir Paşanın uçağın en arka koltuğunda gözlüğünün ardında, biraz korku biraz da şaşkınlıkla açılmış o gözlerle bakar hali son derece ibret verir mahiyetteydi.
    Anlaşılan Olympos Dağından ineli çok olmuştu...


    Yine öğrendik ki bundan on yıl önce hazret, ABD de yayımlanan bir dergiye makale yazmış... Lakin kendi başına değil bir İsrailli Stratejist olan Martin Sherman ile birlikte.
    Derginin adı: Middle East Quarterly.
     Makaleye göre 1990’ lı yıllarda giderek artan Türkiye-İsrail ilişkileri Refah Partisinin iktidarı döneminde bitme noktasına gelince Laik Türk Ordusu şöyle bir mesaj vermiş: “Koltuklarımızda öylece oturup, ülkenin yüzünün İslam’a dönmesini, İsrail-Türk askeri ilişkilerinin tehlikeye atılmasını izlemeyeceğiz” (Türkiye Gazetesi 14 Nisan 2012)
    
    Neymiş? Demek ki Laik Ordunun koltuğunda rahat oturmamasının iki sebebi varmış:
    İlki Ülkenin yönünün İslam’a dönmesini önlemek, ikincisi de Yahudilerle askeri ilişkileri bozmamak...


    Anlayacağınız adamlar boşuna adına “Batı” Çalışma Gurubu dememişler
          Ben değil, kendileri böyle diyor!
    Hem de bir Amerikan dergisinde üstelik İsrailli bir dostu ile birlikte...
    Seni gidi Amerikan işbirlikçisi ve İsrail sevdalısı seni gidi!


    Milletin verdiği vergilerle tank alacaksın, o tankları son derece fahiş fiyatlarla İsrail’de güya tamire göndereceksin, sonrada yine Milletin askere gönderdiği oğlunu o tanka oturtup milletin iradesinin üzerine süreceksin.
    Sonrada yaptığına “balans ayarı” diyeceksin...
    Para Milletin vergisi, asker Milletin oğlu...
     Caka sana, çıkar İsrail’e; çilede bizlerin hissesine...


    Düzeltilmesi ve hesabı sorulması gereken bir yanlışlık yok mu burada?
    Hüda Hanımdan hareketle 28 Şubattan ülkede sadece belli bir kesim mi ders çıkarmalı?    Başta TSK olmak üzere Siyasi Partiler, Yargı ve Medya o karanlık dönemde oluşan çirkin görüntülere bakıp kendilerine ders çıkarmaları gerekmez mi?