Ak Partiyi ve Cemaat(ler)i Bitirme Planı

Osmanlı coğrafyası, yaklaşık iki yüz yıldır büyük yıkılışlar ve devrilişlere sahne oluyor. Avrupa, Osmanlıyı yok etmek, onu ilelebet susturmak için bütün gücü ile çalıştı ve çalışıyor. Osmanlıyı göğüs göğüse muharebelerde yok edemeyeceğini anlayan Avrupa, asrın başında yeni bir plan devreye koydu. Osmanlıyla direkt mücadele etmek yerine,onamücahaderuhu kazandıran kaynakları kurutma planı.

Peki, bu kaynaklar neydi? Hazret-i Peygamber ve ona nazil olan Kur’an. 

Evet, Avrupa, Osmanlının, gücünü Hazret-i Peygamber ve ona nazil olan Kur’an’dan aldığını anlamış, bu kaynakları kurutmak, en azından Osmanlının bu kaynaklardan beslenmesinin önüne geçmek için harekete geçmişti. 

Bu planı en kolay nasıl gerçekleştirmek mümkündü? Elbette ki yerli maşalarla. 

Zira Hazret-i Peygambere ve Kur’an-ı Kerime dışardan/düşmandan gelecek hücumlar, Müslümanları bu kaynaklardan soğutmak yerine,bilakis onların sahabet duygularını alevlendirecek, bu kaynaklara daha sıkı sarılmalarına sebep olacaktı. İşte, Avrupa, bu düşünce ile, asrın başında işgal ettiği Osmanlı coğrafyasını, yerli maşalara, onlardansöz alarak terk etti. Artık, adı bizden olanlar, işin başındaydı ve planı onlar gerçekleştirecekti.

İcraat başlamıştı. Yerli maşalar, bu kaynaklara giden yolları bir bir kesiyor, İki Cihan Güneşini, haşa, okuma yazma bilmeyen bir bedevi, Allah’ın yüce kitabını da onun çöl kanunu olarak takdim ediyordu. İnsanlar, yıllarca uğrunda öldükleri değerlerin düşmanı haline getiriliyor, Allah’ın evi olarak bildikleri camilerin ahıra çevrilmesinetepki vermiyorlardı.

Kısaca, Osmanlı topraklarında,kendi öz değerlerine düşman,ruhen Avrupalı hatta Avrupa değerlerini Avrupalıdan daha çok savunan yeni bir nesil yetiştiriliyordu. 

Tam da bu esnada bir Kur’an fedaisi meydana atılıyor, şöyle haykırıyordu:
"Dinsiz bir millet yaşayamaz" (Şualar, 351)

“Evet, evet, evet!.. Eğer kainattan risalet-i Muhammediye'nin (A.S.M.) nuru çıksa, gitse, kainat vefat edecek. Eğer Kur'an gitse, kainat divane olacak ve Küre-i Arz kafasını, aklını kaybedecek. Belki şuursuz kalmış olan başını, bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.” (Sözler, 110 ).

"Kur'anın sönmez ve söndürülmez manevi bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya isbat edeceğim ve göstereceğim!" (Tarihçe-i Hayat, 51).

“Eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa her gün biri kesilse, hakikat-ı Kur'aniyeye feda olan bu başı zındıkaya ve küfr-ü mutlaka eğmem ve bu hizmet-i imaniye ve nuriyeden vazgeçmem ve geçemem.” (Şualar, 352).

Evet, birileri camilerin kapısına kilit vurmaya çalışırken (Ayasofya’ya vurulan kilidi hala açamıyoruz.) Bediüzzaman bu kilitleri çözmeye çalışıyor ve Müslümanları camiye davet ediyordu:

“Ey muhatablarım! Ben çok bağırıyorum. Zira asr-ı salis-i aşrın (yani onüçüncü asrın) minaresinin başında durmuşum, sureten medeni ve dinde lakayd ve fikren mazinin en derin derelerinde olanları camiye davet ediyorum.
 
İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslamiyet'i bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz; ta ki, hakikat-ı İslamiyeyi hakkıyla kainat üzerinde temevvücsaz edecek olan nesl-i cedid gelsin!..” (Tarihçe-i Hayat, 85 ).


Bediüzzaman, davasında samimi idi, köklerinden koparılıp bir bir manevi uçurumlara atılan vatan evlatlarını kurtarmak için her türlü cefayı göze alıyor, sürgünden sürgüne sürükleniyordu. Bediüzzaman’ınbu mücadelesine tanıklık eden Osman Yüksel, onunla ilgili şu tespitte bulunuyordu:
“Divan-ı Harbler, mahkemeler, ihtilaller, inkılablar... Onun için kurulan idam sehpaları... Sürgünler... Bu müdhiş adamı, bu maneviyat adamını yolundan çevirememiş! O, bunlara imanından gelen sonsuz bir kuvvet ve cesaretle karşı koymuş. Kur'an-ı Kerim'de "İnanıyorsanız muhakkak üstünsünüz" (Al-i İmran suresi ayet 139) buyuruluyor. Bu Allah kelamı, sanki Said Nur'da tecelli etmiş!
 
O hapishanelerden hapishanelere atıldı. Hapishaneler, zindanlar onun sayesinde Medrese-i Yusufiye oldu. Said Nur zindanları nur, gönülleri nur eyledi. Nice azılı katiller, nice nizam ve ırz düşmanları, bu iman abidesinin karşısında eridiler; sanki yeniden yaratıldılar. Hepsi halim selim mü'minler haline, hayırlı vatandaşlar haline geldiler...Sizin hangi mektebleriniz, hangi terbiye sistemleriniz bunu yapabildi, yapabilir? 
 
Onu diyar diyar sürdüler. Her sürgün yeri, onun öz vatanı oldu. Nereye gitse, nereye sürülse, etrafı saf, temiz mü'minler tarafından sarılıyordu. Kanunlar, yasaklar, polisler, jandarmalar, kalın hapishane duvarları, onu mü'min kardeşlerinden bir an bile ayıramadı.

Büyük mürşidin, talebeleriyle arasına yığılan bu maddi kesafetler; din, aşk, iman sayesinde letafetler haline geldiler. Kör kuvvetin, ölü maddenin bu tahdid ve tehdidleri, ruh aleminin ummanlarında büyük dalgalar meydana getirdi. Bu dalgalar, köy odalarından başlayarak, yer yer her tarafı sardı; üniversitelerin kapılarına kadar dayandı.
 
Yıllardır mukaddesatları çiğnenmiş vatan çocukları, mahvedilen nesiller, imana susayanlar; onun yoluna, onun nuruna koştular. Üstad'ın Nur risaleleri elden ele, dilden dile, ilden ile ulaştı, dolaştı. Genç-ihtiyar, cahil-münevver, sekizinden seksenine kadar herkes ondan bir şey aldı, onun nuruyla nurlandı. Her talebe, bir makine, bir matbaa oldu. İman, tekniğe meydan okudu. Nur risaleleri binlerce defa yazıldı, teksir edildi.”(Tarihçe-i Hayat, 632).

 
Bediüzzaman’ın niyeti halisti. O, niyetindeki bu hulusiyeti şöyle ifade ediyordu:

“Allah'a binlerce şükürler olsun ki, yirmisekiz senedir dini siyasete alet ittihamı altında, kader-i İlahi ihtiyarım haricinde, dini hiçbir şahsi şeye alet etmemek için beşerin zalimane eliyle mahz-ı adalet olarak beni tokatlıyor, ikaz ediyor. Sakın! diyor, iman hakikatını kendi şahsına alet yapma; ta ki, imana muhtaç olanlar anlasınlar ki, yalnız hakikat konuşuyor. Nefsin evhamı, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun! 
 
İşte Nur Risaleleri'nin büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller üzerinde husule getirdiği heyecanın, kalblerde ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı budur; başka bir şey değildir. Risale-i Nur'un bahsettiği hakikatlerin aynını binlerce alimler, yüz binlerce kitablar daha beligane neşrettikleri halde yine küfr-ü mutlakı durduramıyorlar.

Küfr-ü mutlakla mücadelede bu kadar ağır şerait altında Risale-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur: Said yoktur, Said'in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattır, hakikat-ı imaniyedir. Madem ki, nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said feda olsun.

Yirmisekiz sene çektiğim eza ve cefalar ve maruz kaldığım işkenceler ve katlandığım musibetler hep helal olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ittihamlarla mahkum etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara, hepsine hakkımı helal ettim.” (Emirdağ Lahikası-2, 80).


Davasında Allah rızasını esas maksat yapan, kendisine her türlü eza ve cefayı çektirenlere hakkını helal edecek kadar fedakar olan Bediüzzaman’ı Allah cc. muvaffak etmişti. Eserleri, Türkiye’nin en ücra köşelerine kadar ulaşmış, bu eserlerle şuurlanan milyonlar, farklı cemaat ve tarikatlara mensup mümin kardeşleri ilebirlikte, manevi değerlerle barışık olan vatan evlatlarını iktidara taşıyacak bir sosyal ve siyasal zemin oluşturmuştu. 
 
 Avrupa ve maşaları artık toplumu istediği gibi kandıramıyor, güdümlerindeki siyasi oluşumlar eskisi gibi muvaffak olamıyordu. Manevi değerlere dost siyasi oluşumlar, bu şuurlu tabana dayanarak başarılı oluyor, mukaddesat düşmanları her defasında hezimete uğrayıp Avrupa’nın planı akim kalıyordu.
 
O halde toplumu dönüştürme kabiliyetinde olan bu hareket, bir şekilde zayıflatılmalı, nihayetinde yok edilmeliydi. Bunun da yolu yine içerden maşalarla mümkündü. Bu rol öncelikle Yeni Asya’nın başında bulunan zata verildi. Bu zat ve beraberindekiler, Allah’ın rızasından gayrı bir gayesi bulunmayan Risale-i Nur hizmetini, siyasi bir alete dönüştürme gayreti ile, bölmeye muvaffak oldu. Ancak hamuru ihlasla yoğrulmuş Kur’an hizmeti, kısa sürede eski safiyetine kavuşarak derlenip toparlandı. Kısaca küçük maşa yeterince iş görmemişti.

Sıra, yedekteki büyük maşaya gelmişti. Bu maşalığı F. Gülen yapacaktı. Gülen, bu Kur’ani hareketin kavramlarının içini boşaltacak, var oluş gayelerine zıt bir istikamette kullanacak, böylece bu hareketi ruh planında çökertecekti. İnsanlar, zamanla kendilerini cezb eden nur, hizmet, cemaat, şakirt, dershane gibi İslami kavramlara düşman kesilecekti. 
 
Evet, 17,25 Aralık darbe girişimlerinden sonra Yeni Asya ve Paralel şebekenin aynı safta buluşup dindar grupların kahir ekseriyetinin oyları ile iktidara gelmiş bir hükümete karşı hücuma geçmesi tesadüfi değildi. Çünkü bunlar, ruh ikizleri idi ve kullanılış gayelerine göre hareket ediyordu. Paralel ihanet şebekesi, dindar cumhurbaşkanını süfyan ilan edecek kadar haddini aşıyor, Yeni Asya, bu şebekenin değirmenine su taşıyordu.

Bu menhus planın farkında olmayan dindar kesimler, Yeni Asya ve Paralel şebekeden dolayı nur talebelerinden soğuyor, iman ve Kur’an hizmetine mesafeli hale geliyordu. 
 
15 Temmuz darbe girişimi bu planın finali idi. Bu plan ile hem dindar hükumet yıkılacak hem de onu besleyen damarlar, bahusus en büyük damar töhmet altında bırakılarak kesilecekti. Allah’ın avn ve inayeti ile hükümet yıkılmadı. Ancak, dindar hükümeti besleyen damar(lar) töhmet altında kalıp büyük zarar gördü. Öyle ki düne kadar paralelle birlikte hükümeti boğmaya çalışan kişi ve gruplar güya hükümetin yanında durarak hükümeti besleyen cemaat ve tarikatları topyekun topa tuttu. 
 
Dindar olmayan ilahiyatçılar, din düşmanı ulusalcılar, bu işin başını çekiyordu. Bediüzzaman’a ve eserlerine türlü iftiralar atılıyor, bütün dini gruplara olmadık hakaretler ediliyordu. Oysa başta Bediüzzaman’ın rahle-i tedrisinden geçenler olmak üzere, nur talebeleri yıllar boyu,darbeci Gülen ve çaktırmadan darbe şakşakçılığı yapan Yeni Asya’nın yaptıklarından rahatsız olmuş, 17, 25 Aralık darbe girişimlerinde alem-i İslam’ın ümidi olarak gördükleri hükümetin yanında sağlam bir duruş sergilemişti. Hemen bütün cemaat ve tarikatlar da benzer bir tavır göstermiş, bu süreçte hükümet iki seçim kazanmıştı.
 
Darbe gecesi kurşunlara göğüs geren, paletlerin altında ezilen, şehit ve gazi olanların kahir ekseriyeti de, nur talebelerinin de içinde bulunduğu, çeşitli cemaat ve tarikatlara mensup dindar insanlardı. Bu insanlar,  oyları ile iktidara getirdikleri R. Tayyip Erdoğan’ı ve hükümetini canları pahasına korumuştu. Kendi bulunduğum beldede nur talebelerinin darbenin daha ilk saatinde nasıl meydana dolduğunu, hatta direnişi organizede faaliyet gösterdiğini bizzat müşahede ettim. Hiç şüphesiz hemen bütün dini gruplar da benzer bir gayret sergiliyordu.
 
Ancak darbeyi püskürtenler, darbe sonrası, yukarıda sözünü ettiğimiz kişi ve gruplarca sanık sandalyesine oturtulmuştu. Bütün cemaat ve tarikatların darbeyi yapan sahte cemaatle aynı kumaştan olduğu dillendiriliyor ve bunlarının köklerinin kazınması gerektiği söyleniyordu.
 
Bunlardan biri de Eski Diyanet işleri başkanı Ali Bardakoğlu’ydu. Ona göre cemaat ve tarikatlar, türlü sapkınlıklar içindeydi ve insanlarımız, özellikle de gençlerimiz, bu cemaat ve tarikatlardan kaçınmalı, Kur’an’a dönmeliydi. Kur’an bize yeterdi. 

Ancak, kimse Bardakoğlu’na şu soruları sormuyordu:

Binlerce kurum ve kuruluş, binlerce diyanet personeli senin emrinde iken sen kaçinsanımızı Kur’an’la buluşturdun?

Senin döneminde namazsız kaç genç, namaza başladı?

Ne kadar insanı günah girdabından kurtarıp hidayete erdirdin?

Mesela,Bediüzzaman’ın talebelerinden Zübeyir Gündüzalp, iman hizmetinden dolayı muhakeme edilirken şöyle haykırıyor:

“Sayın Hakimler! Teessür ve ızdırab karşısında kalbden bir parça kopsa idi, bir genç dinsiz olmuş haberi karşısında o kalbin atom zerratı adedince paramparça olması lazım gelir.”Şualar, 551).

Sen, Diyanet reisliği yapmış bir din alimi olarak, adı Ahmet, Ayşe olan gençlerin ateistleşmesi karşısında ne kadar müteessir oluyorsun?

Bediüzzaman, gençliğin günahına hüngür hüngür ağlıyordu(bk. Asa-yı Musa, 16).

Binlerce genç sahillerin sefahatinde boğularak ahiretlerini kaybediyor diye hiç oturup ağladın mı?
Bediüzzaman, bu milletin iman selameti için hayatını zindanlarda geçiriyor ve cehenneme girmeye bile razı olduğunu söylüyor:
 
“Cem'iyetin, yirmibeş milyon Türk cem'iyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'anımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cennet'i de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selamette görürsem, Cehennem'in alevleri içinde yanmağa razıyım. Çünki vücudum yanarken, gönlüm gülgülistan olur.”(Tarihçe-i Hayat, 630).

Acaba, sen maddi ve manevi felaketler içinde inleyen Müslümanlar için neyini feda ettin ve ediyorsun?

Yoksa, insanlarımızın namazsızlığı, oruçsuzluğu senin kalbini sızlatmıyor mu?

Yüzeysel bir iman, her türlü günaha bulanmış ibadetsiz bir hayatla ebedi saadetin mümkün olacağını mı düşünüyorsun? 

Kur’an’ın vaadi olan cennet ve cehennemi, tevil edilmesi gereken mecazlar olarak mı kabul ediyorsun?

Minarelerden okunan ezanla gençlik camiye koşuyor da cemaatler mi engel oluyor?

Hemen her Müslümanın evinde Kur’an- Kerim var, biliyorsun. Neden insanlar Kur’ani bir hayat sürmüyor? Süremiyor?

Yoksa, bunların hiç biri umurunda değil de, çaktırmadan seküler bir gençlik için mi çabalıyorsun? 

Hiç şüphesiz, bu soruları çoğaltmak mümkün ve söylenecek şeyler çok. Ancak biz sonuca gelelim:

Evet, hatırlanacağı üzere Ergenekon davasına sebep olarak “Ak Parti ve Cemaati Bitirme Planı” gösterilmişti. Paralel hıyanet şebekesi böyle bir planın varlığına Ak Parti hükümetini inandırmış, bununla kendisine alan açmıştı. Güya hükümeti koruma adına,devletin en mahrem noktalarını ele geçirmişti.

Elbette ki dindar hükümet(ler)e kem gözle bakan askeri erkan, az değildi ve bunlar fırsat buldukça hükümete diş gösteriyordu. Ancak Paralel şebekenin niyetinin hükümeti korumak olmadığı 17, 25 Aralık darbe girişimleri ile gün yüzüne çıkmıştı. Dolayısıyla bu plan bir yönü ile sahte idi. Asıl plan sonra gelecekti ve geldi. İşte 15 Temmuz gecesi, Ak Parti ve Cemaat(ler)i Bitirme Planının uygulama safhasına konduğu gecedir. 
 
O gece R. Tayyip Erdoğan ve Ak parti doğrudan hedef alındı. Ancak bu başarılamadı. Şimdi ikinci hamleye geçilmiş görünüyor. Ak Partiyi doğrudan bitiremeyenler, bu sefer Ak Partiye can suyu olan cemaat ve tarikatları yok ederek, onu tabansız bırakarak dolaylı yoldan bitirme, bir taşla iki kuş vurma niyetinde. Acı olanı, bunun Ak Parti eliyle yapılmaya çalışılması. Kısaca, Ak Partinin, bindiği dalı kesmesine, ayağına kurşun sıkmasına gayret ediliyor. 
 
Evet, bugünler puslu günler. At izi it izine karışmış, şeytan Müslüman mintanı giymiş. Darbe öncesinde paralelle birlikte R. Tayyip Erdoğan’ı boğmaya çalışan, masasında Yılmaz Özdil’in “Beraber Yürüttük Biz Bu Yollarda” kitabıyla,çevresine mesaj verenler, bugün Ak Parti hükümeti adına, Ak Partiye oy vermiş ve onu canı pahasına korumuş cemaat mensuplarına kumpaslar kuruyor, haklarında hükümler veriyor.
 
Son söz:
 
Hiçbir cemaat, tarikat kusursuz değildir. Cemaat ve tarikatlar (Kastımız, belli planlara matuf üretilmiş çakma yapılar değil. Bunları, devlet takip etmeli, dinin ve milletin selameti adına deşifre ederek ortadan kaldırmalıdır.) bütün bu olaylardan da ders alarak öz eleştirilerini yapmalıdır. 
FETÖ ahlakından kendisinde eser var mı? (Çünkü bu menhus örgütün, kirletmediği kişi, kurum ve grup neredeyse kalmadı.)
Müntesiplerini çoğaltmak, kadrolaşmak adına gayr-ı meşru yollara baş vuruyor mu?,
Dine hizmet adı altında adaletsizlik yapıyor mu?
Müntesiplerine cemaatli olmayı mı yoksa cemaatçi olmayı mı telkin ediyor?
Hedefidünyevi/siyasi mi, uhrevi/ilahi mi?
İnsanlardan bir şeyler dileniyor mu?
Öğretisi hurafata mı, hakikate mi dayanıyor? gibi noktalardan kendini sorgulamalı ve varsa kusurları, ıslah ı hal etmelidir.
 
Ancak, başta devlet ricalimiz olmak üzere, herkes de şunu bilmelidir: Geleceğimizi emanet edeceğimiz şuurlu, dava ruhlu dindar bir gençlik, gökten zembille inmez. Bugün çevremizde gördüğümüz ve kendileri ile iftihar ettiğimiz şuurlu gençlik,cemaat ve tarikatların büyük emekleriyle vücuda geldi.
 
Okullarımızın manevi durumu ortada. Din görevlisi yetiştiren imam hatiplerde bile namaz kılanların oranı düşük seviyelerde. Uyuşturucu kullanımı ilköğretime kadar düşmüş durumda. Milyonlarca gencimiz,sırf Allah için kendisine uzanacak bir el beklemekte. Bu gençlerle uğraşmak, ihlas, sabır, fedakarlıkgibi hasletler gerektiriyor. Hiçbir karşılık beklemeden, zaman ayırıp gençliğe iman şuurunu hangi fedakarlar kazandıracak?

Eğer bunun sadece maaşlı din görevlileri ile gerçekleşeceğini sanıyorsak yanılıyoruz. Namaz vakitleri dışında camide kalıp gençlerle uğraşan, onları dert edinip peşlerinden koşan kaç din görevlimiz var?
 
Oysa bugün hedef tahtasına konan cemaat ve tarikatlar, gece gündüz demeden vatana, millete hayırlı, dinini ve dünyasını bilen bir gençlik için hiçbir karşılık beklemeden çalışıyor. Nice gençlerin hidayetine vesile oluyor. Onlara bilerek kast etmek vatana kast etmektir. 
 
Başta Sayın Reis-i Cumhurumuz ve Diyanet İşleri Reisimiz olmak üzere vatansever devlet ricali, yanlarında durup, hakiki dostlarına zehirli oklar atan sözde dost, özde düşmanlarına dur demelidir. Vatan millet hayrına çalışan kurumları şefkatle devletin bağrına basmalı, varsa hatalarıonlarla müzakere ederek gidermelidir. Mevcut Diyanet İşleri Reisimiz, bilgi ve samimiyeti ile bu açıdan Türkiye için büyük bir şanstır ve kusurların ıslahı konusunda öncü rol almalıdır. 
 
Halkımız da şunu hiçbir zaman aklından çıkarmamalıdır: Bugün sahte bir cemaatin sebep olduğu darbeden dolayı cemaat ve tarikatlara saldıranlar, daha düne kadar yakın tarihimizde yapılan darbelerin şakşakçısıydı ve eminim bu darbe başarılı olsaydı bugün R. Tayyip Erdoğan gitti diye zil çalıp oynayacaklardı.
 
Yazımızı, şu sözü devlet ricalimizin dikkatine sunarak bitirelim:

“Biz, ferec ve ferah ve sürur ve fütuhat isteriz. Fakat kafirlerin kılıncı ile değil. Kafirlerin kılınçları başlarını yesin; kılınçlarından gelen faide bize lazım değil.”(Lem'alar, 105).




kaynak:risale ajans