Birinci Dünya Savaşı, gerek çıkışı ve gerekse sonuçları itibariyle bizi ziyadesiyle ilgilendirmesine rağmen,    ne yazık ki hak ettiği ölçüde üzerinde durulmamıştır. Oysa neticesinde koca bir cihan imparatorluğu batmış, toprakları üzerinde irili ufaklı onlarca devlet kurulmuş olmasına rağmen.
            Üstelik sadece Osmanlı değil Macaristan-Avusturya imparatorluğu ile Çarlık Rusya’sı da bu savaş ile birlikte tarih sahnesinden çekilmişken, harbi umumi hakkında yeterince imal-i fikir de bulunulmamış, kafa yorulmamıştır. Dar ve kısıtlı yaklaşımlar neticesi üretilen, kifayetsiz bilgilerle konu geçiştirilmeye tabi tutulmuştur.
            Kısıtlılığın nedeni, tarihi olaya tek zaviyeden bakılması sebebiyledir. Bu zaviye “Nutuk” merkezli tarih okumasında gösterilen ısrardır. Tek bakış açılı tarih anlayışı, sonunda yaşananları hep iki tür insan üzerinden izah etmeye alışılmıştır: Kahramanlar ve hainler.
            Cumhuriyeti kuran kadrolar kahramandır, gayrısı ise hain.
            Bunun da ötesinde aynı zaviyenin ürettiği mantık ile birtakım çıkarımlarda bulunularak sanki mutlak hakikatlermiş gibi ezberlettirilmek yoluyla beynimiz şartlandırılmıştır. Dolayısıyla, yapılanların ne kadar elzem olduğuna dair içimizde kanaatlerin oluşturulmasına çalışılmıştır.
            Bu çıkarımlardan birisi “İttihad-ı İslam” fikrinin ne kadar zamanı geçmiş bir gayret olduğudur. Halife bütün dünya Müslümanlarının lideri olarak kutsal cihat ilan etmiş ancak çağrısı gereğince karşılık bulmayarak “İslam” etrafında birleşmenin mümkün olmadığının ortaya çıktığı ısrarla söylenmiştir.
            Buna paralel olarak bazı Arap kabilelerinin İngiliz ajanı Lawrence tarafından nasıl iğfal edilerek Halifeye karşı isyan ettikleri, Türkleri arkadan vurdukları anlatılmıştır. Burada amaç, kolayca anlaşılacağı üzere “ümmet” anlayışının geçersizliğini tarihi vakıaların yardımı ile topluma kabul ettirmektir. Yerine ise Batı’nın yeni sınıfı Burjuva marifetiyle imal edilen “ulus” anlayışı yerleştirilecektir. Batı dünyayı ulus/ ulus bölerek kendisi açısından dikensiz gül bahçesi haline getirmenin peşindedir.
            İmparatorluklar yıkılmış yerlerini irili ufaklı pek çok ulus-devlet almıştır. Üstelik hepsi birbiri ile problemli, aralarına nifak girmiş ve kendilerini diğerleri karşısında koruma ihtiyacı hisseden devletler.
            Batı böylece karşısında topyekûn direnme ihtimali bulunmayan adacıklardan oluşmuş, sömürüye ve etkilenmeye hazır ufacık muhataplar bulurken, diğer yandan da düşmanlarından, yani sınır komşularından korunması için ulusların her birine silah satmak suretiyle kazancını ziyadeleştirme imkânı bulmuştur.
            Şimdi sorulması gereken soru şudur: Gerçekten Cihan Harbi ile birlikte İttihadı İslam fikri geçersizlikle mi malul olmuştur?  Halifenin Cihad-ı ekber çağrısı karşılıksız mı kalmıştır? Kalmışsa bunun sebepleri nelerdir?
            Ötesi, Cihan Harbi öncesi İslam topraklarında gezen casuslar sadece İngilizler hesabına çalışan ajanlar mıdır? Başkaları yok mudur? Şayet varsa, bunlar neden tarafımızca yeterince bilinmemektedir?
            Gerçekten de hemen hepimiz İngiliz Lawrence’ı biliriz, en azından adını duymuşuzdur. Fakat yine onun kadar etkili olmuş diğer bir casus olan  Alman Oppenheim hakkında hiçbir şey bilmeyiz.
            Acaba neden?
            Sebebi zannımca çok basit: İngilizler İttihad-ı İslam’ın parçalanmasında geleceklerini görüyorlardı. Birileri İttihatçıları suçlar durur ‘bizi Almanlar safında savaşa soktu’ diye. Doğru, ama bu onların özgür seçimleri sonucu değildi. Osmanlı’nın savaşa girmesi kaçınılmazdı. Kaçınılmazdı çünkü savaş zaten topraklarımızın zenginliğinden istifade amacıyla çıkmıştı. İttihatçılar evvela İngilizlere müracaat ederler; yani sizinle birlikte olalım derler, ama nafile. Ortada tek seçenek kalmıştır: Almanlar.
            Almanlar geleceklerini Osmanlı’nın devamında bulurlar. Bu en azından o gün için böyledir. Dahası Almanlar İslam’ın gücünden istifade etmek arzusundadır. Bunun için de İttihad-ı İslam’ı kışkırtırlar. Amaç İngilizlerin ve Rusların sömürüsünde bulunan topraklardaki Müslümanları isyan ettirerek rakiplerini zayıf düşürmektir. Hindistan ve Mısır’a ulaşmak için en geçerli yol budur, hesaplarınca.
            Lakin bu noktada zikredilmesi gereken önemli  bir husus vardır. Bu “cihat” beklentisi son derece gaddar yok edici ve vahşi bir savaş anlayışıdır. Hiçbir kural tanımayan bir savaş. Alman Dışişleri Arşivi’nde bulunan bir belgede II Wilhelm aynen şöyle söylemektedir: “vahşi bir ayaklandırmanın ateşini tutuşturmalıyız”(Kerem Çalışkan. Alman Cihadı ve Ermeni Sürgünü. Sf:61)
            Ne enteresan değil mi? Vahşi bir ayaklanma... Hiç de İslami bir kaygının mahsulü değil. Aksine Kapitalizmin söylemi ile son derece uyumlu.
            Kısacası “fıkıhsız” yani hukuksuz; yani kuralız, helal-haramsız bir cihat! Allah Rızası için değil, dünyevi çıkarlar için yapılan kıtal. Yine Müslümanların yararına değil, Almanların yararına işletilmeye çalışılan bir faaliyet.
            Tebliğ için değil, dünyayı sömürebilmek için sarf edilen cehd. Din insanların gözünde yücelmiş mi lekelenmiş mi, umursamadan akıtılan kan.
            IŞİD gibi vahşi örgütleri gördükçe insanın ‘anlaşılan İngilizler Almanların cihat bayrağını ellerine almış’ diyesi geliyor.
            Ama daha kurnazca: İslam Coğrafyasını daha da parçalamak amacıyla!