Kemalist projenin iki temel hedefi vardır. İlki bu topraklar üzerinde yaşayan herkesi “Türk” yapmaktır.

         Ancak bu yeterli değildir. Yine bir o kadar daha önemli ve olmazsa olmaz olan ikinci bir hedefi daha vardır: Türkleri de laik yapmak.

         Bu toplumsal mühendisliğin amacına ulaşmak için neler yapılmamıştır ki? Bu uğurda ne kadar sermayemizin zayi olduğunu kestirebilmek mümkün değilse de onlarca senemizin heba olduğu ortada.

         Ya yanan canlar? Çekilen acılar! Yapılan zulümler için ne demeli?

         Değer miydi Dersim’de on binlerce insanın katledilmesine?

         Veya İskilipli Atıf Hoca’nın şapka devriminden önce yazdığı bir risale için idamına karar verilmesine?

         Yahut da Said Nursi için hayatı zindan haline getirmeye?

         Sahi nerede Said Nursi’nin mezarı; Şeyh Said’in ve Seyyid Rıza’nın mezarları?

         Bu insanların evlatlarının ve yakınlarının hatta sevenlerinin mezarları bilme hakları yok mu?

         Hangi ideolojik proje bu kadar katı yürekli olabilir ki?

         Doğuda bunlar yaşanırken Batıdakilerde unutulmadı. Mustafa Kemal’in Selanik’teki ki evi evvela özel harp tarafından bombalandı.

         Sonrada ne kadar çapulcu takımı varsa eline sopa verilip Beyoğlu’na gönderildi.

         Günlerce Ermeni, Rum ve Yahudi vatandaşlarımızın malları yağmalandı, ırzlarına geçildi, canlarına kast edildi.

         Hâlbuki onlar da bu ülkenin evlatlarıydı. Ecdadın zimmet akdiyle “zımmî” diye özel korumaya alıp bize emanet ettiği canlardı....Onlara dokunulmaz ,himaye edilirler emniyet ve güven içerisinde yaşamaları gerekirdi.

         Bu yaraların şoku daha atlatılamamışken elitler ülkemizde yeni bir savaşın fitilini ateşledi.

         Sabah solcu öğrenciyi öldüren silah öğleden sonra sağcı bir öğrencinin hayatına son vermek için kullanılıyordu.

         Ölen gençlerin hepside fakir ailelerin çocuklarıydı. Kimisi “halkı kurtarmak” kimisi de “vatanı kurtarmak” amacıyla kendilerini feda ediyorlardı. Onlar canlarından olurken birileri de sermayesine sermaye katıyor, kimileri milletvekili, bakan oluyor kimileride sevinçle ellerini ovuşturuyordu.

         “Ortam tam olgunlaşsın da ihtilal yapalım” diye...

         Böylece 90 lı yıllara gelindi. Çift kutuplu dünya çöktü. Artık sağ-sol kavgasının devamında bir izah yapılamazdı.

         Ama savaşsızda olunamazdı...

         Peki, o zaman ne yapılmalıydı? “İrtica” yakıştırması ne günler için bekletiliyordu ki? Bugün kaşınmayacaktı da ne zaman kaşınacaktı?

         Ancak bunun için de toplumda bir kutuplaşma yaratılmalıydı. Kullanılmaya elverişli medya ile psikolojik bir hareket başlatılmalıydı.

         Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı gibi Kemalist aydınlar haince katledildi.

         Hayret! Hiçbirinin de cinayeti halen daha aydınlatılamadı.

         Daha da kötüsü yaşandı.... Sivas’ta insanlar alçakça yakılmak suretiyle katledildi.

         Artık “Türkiye laiktir laik kalacak” sloganı sokaklarda her fırsatta sık sık duyuluyordu.

         Bu sıralarda, Sayın Cafer Solgun’un üzerinde ısrarla dikkat çektiği bir husus yaşandı. O dönemde Alevilerin kitlesel talepleri olmamasına rağmen Cem evleri açılmaya başlandı. Ama asla bir ibadethane şeklinde değil. Bir dernek statüsünde.

         Amaç belliydi. Alevi yurttaşlarımızın devlet kontrolünde daha örgütlü olmasını sağlamak; laik-anti laik kutuplaşmada onları daha verimli kılabilmekti.

         Hedeflenen olmuştu. Toplumda istenilen tedirginlik yaratılmıştı. Geçen kış komünizm gelmemişti ama bu kış irtica pekâlâ gelebilirdi(!)

         Bazı kesimler ciddi ciddi buna inandırıldı. Onlar irticadan, hayatının tanziminde İslâm’a önem veren kesimlerde devletten korkuyorlardı.

         Bu arada ihtilal severlerde seviniyordu; modernisti-post modernisti hepsi birlikte, fark etmeden... Çünkü onlar başı dik özgür bir toplum istemezler, onlar korkan ve şahsiyeti ezilmiş insanlardan müteşekkil bir toplum isterler.

         Daha ağız tadıyla ihtilal yapsınlar diye.

         Ha bu arada geçmişi karanlık hem de “derin” karanlık olan ajan Abdullah Öcalan’ı da unutmamak lazım. Bu adamın geçmişi bence didik didik edilmeli. Edilmeli ki kimler hesabına bunca cana kıydığı daha iyi anlaşılsın.

         İsterseniz şimdi de gelelim aşureye. Biliyorsunuz Muharrem ayındayız. Bu ayda insanımızın güzel bir alışkanlığı var. Aşure pişirir ve komşularına dağıtır.

         Peki, aşure nedir: İçerisinde incir, kayısı kuru üzüm, buğday, fasulye, nohut, fındık, fıstık, ceviz, nar, tarçın vs bulunan bir tatlı çeşididir.

         Bu besin maddeleri bir kazana doldurulur ve kaynatılır. Hiçbirisi kendi özelliklerini yitirmeksizin varlıklarını muhafaza ederler. Ancak onların bu hep birlikteliliğinden doyumsuz bir lezzet doğar.

         Başka ülkelerde “aşure” biliniyor mu bilmiyorum? Ama pişirmek bir kıvam işi. O da hemen kazanılmıyor. Zamanla ve ustalıkla bu beceri ancak elde edilebiliyor. Adeta bir bilgelik işidir desek yeridir hani.

         Bizim toplumumuz bu konuda çok usta, yüzyılların birikimine sahip.

          Yalnız ideoloji ile malul olan kesimlere biraz aşurenin mahiyetinden bahsetmenin elzem olduğunu düşünüyorum.