2:134 - Onlar bir ümmetti, geldi geçti. Onlara kendi kazandıkları, size de kendi kazandığınız. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilecek değilsiniz.

3:110 - Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeğe çalışır ve Allah'a inanırsınız. Kitap ehli de inansaydı kendileri için elbette daha hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler de var, ama pek çoğu yoldan çıkmışlardır.

4:41 - Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onların üzerine bir şahit yaptığımız zaman bakalım kâfirlerin hali ne olacak!..

6:42 - Şüphesiz ki senden önceki ümmetlere de peygamberler gönderdik. Bize yalvarsınlar diye onları darlık ve sıkıntı ile yakalayıp cezalandırdık.

7:181 - Yine bizim yarattığımız insanlardan öyle bir ümmet var ki, onlar hakka yol gösterirler ve o hak ile adaleti yerine getirirler.

Ümmet kelimesi "e-m-m" kökünden bir isim olup asıl anlamı, sınıf ve cemaat demektir. Bu kelime Türkçe ‘de; bir peygambere inananlar ve semâvi dinlere mensup kavimler topluluğu; Kur’an’da ise genel olarak din, müddet, zaman, (Hûd, 11/8), önder (İbrahim Peygamber) (Nahl,16/120) ve topluluk anlamlarında kullanılmıştır.

Müslümanların kendi içlerinde birliktelik oluşturamayışlarının başında ‘ümmet’ olduklarının farkına varamayışları yatıyor. Elbette bu farkına varamayışımızın çok sebebi var. Ama herhalde en tehlikelisi içimizde sinsi bir düşman olarak dolaşan farklı ırklardan olmamız yatıyor.

Cevabı olmayan mantıksız sorular vardır. Anne ve babamızı, rengimizi, doğduğumuz yeri seçme gibi bir tercihimiz olmamıştır. İşte mantıksız soru dediğim bu veya bunun gibi sorular olup tercih etme hakkı bizlerin iradesinin ötesinde, Allah’ın takdirine bağlı olarak gerçekleşen konulardır.

Bir türlü yok edemediğimiz zaman zaman hortlayıp çıkıveren bir hastalık taşıyoruz. Hz. Peygamberin cahiliye âdeti olarak gördüğü “Irkçılık yapan, ırkçılık için savaşan ve ırkçılık uğrunda ölen, bizden değildir”  tavsiyesini sık sık düşünmek gerekiyor.

Özellikle 20. yüzyılın başlarında ulus – devlet modellerinin batı dünyasında kurulması, Osmanlının tarihteki yerini alması ve boşluğunu dolduracak bir başka devletin kurulamayışı bir anda bütün dünya Müslümanlarını başsız bıraktı. Bu sert bir düşüştü ve kısa süre içinde sular tersinden akmaya başladı. Ne olup bittiğini anlamaya kalmadan düzenler değişmeye başladı. Tek bir merkez olmanın, aynı yerden yönetilmenin ne kadar önemli olduğunu geçen sürede öğrendik.

Osmanlının tarihten çekilmesiyle birlikte tesbih taneleri gibi dağılan Müslümanlar, ağır bedel ödeyeceklerini zaman geçince fark ettiler.

İslam coğrafyasında bir yerde akan kan daha durmadan bir başka yerde savaşlar çıkartılıyor. Burada çıkarılan yangını söndürmek için koşturan bir grup Müslüman – sayıları azdır- bir başka yerde yangın çıkartılınca oraya koşturuyor. Tabiri caizse elde su bidonları bir o belde bir bu belde koşturup duruyorlar. Buraları yakanlar ise nedense hep uygar insanlar(!) olarak tanıtılıyorlar.

Müslümanları önce parçalara ayırıp kolonileştiren emperyalist güçler daha sonra ülkelerin sınırlarını cetvellerle çizdiler. Bu topraklar üzerinde değişik kanlı hesapları olan bazı güç odakları buraları terk etmeden önce kendilerini destekleyen diktatörleri buralara yerleştirdiler. Ve Müslümanların arasına ‘fitne’ tohumlarını ekerek bizim topraklarımızda ayrılıp gittiler. Bununla ilgili şu örnek dikkate değerdir.

Şerif Hüseyin’in Mekke valiliği yaptığı esnada İngiliz ajanlarıyla irtibata geçtiğini anlayan II. Abdülhamit, Şerif Hüseyin’i İstanbul’a çağırdı. 18 yıl burada tuttu. Abdülhamit’in tahttan indirilmesinden sonra İttihat ve Terakkiciler, Şerif Hüseyin’i ve oğullarını serbest bıraktılar ve mebus olarak aldılar.

Osmanlıyı parçalamayı kafasına iyice koymuş olan batılı güçler Orta Doğuda Arap ülkelerinde Osmanlı’nın gücünü kırmak için petrol bölgelerini parselleştirmeye gittiler. İngiliz ajanı Lawrence ile işbirliğine giden Şerif Hüseyin, Osmanlıya ihanet etti ve o coğrafya kısa sürede elden çıktı. İngilizler Şerif Hüseyin’in oğulları olan Abdullah’a Ürdün’ü diğer oğlu Faysal’a ise Irak devletini kurdurdular. Bu şekilde İsrail devletinin kurulacağını anlayan Şerif Hüseyin hatasını geç olsa da anladı. Önce Malta sonra Kıbrıs’a sürgüne gönderildi. 1931 yılında da öldü. (hatıralarını anlatırken Osmanlı’ya ihanet ettiğini ağlayarak anlatmaktadır.)

Bunun anlamı şudur. Anne fare yavrularıyla birlikte delikten çıkar. Yavruları odanın ortasında gördükleri kocaman kaşar dilimine saldırmaları karşısında “durun…! Bunda bir şerefsizlik var… eğer bu kadar büyük bir peynir dilimi buraya konulmuşsa mutlaka birilerinin bizim hakkımızda bir planı vardır…”şeklinde uyarması aslında Şerif Hüseyin ve oğullarının bilmeleri gereken bir tuzaktı.

Yakın zamanda yaşanan bu tür olaylar bize aslında çok şey anlatıyor. Birilerinin oyununa geldiğimizi ve içimize ekilen fitne tohumları neticesinde kısa sürede düşman edildiğimizi ve o koca cihan devletinin parçalanması için üzerinde nasıl oyunlar tezgâhlandığını görüyoruz. Batılıların oyunları Osmanlıyı parçalayarak sona erdi mi? Hayır. Hala devam ediyor. Müslüman coğrafyada bitmek tükenmek bilmeyen savaşlar bunun devamıdır.2005 yılında Condeleeza Rice’ın ‘orta doğu coğrafyasında bu kadar devlet az sayısının artması lazım’ sözleri BOP’un bir parçasıdır.

Yukarıdaki ayetler bu olayları anlamamız için yeterlidir. “Onlar bir ümmetti, geldi geçti…. “ bize düşen görev geçmişe bakarak birilerinin yaptıklarına hakaret ederek sövmek değil, onların yaptıkları hatalardan kendimize nasıl ders çıkarırız? Sorusuna cevaplar aramak olmalıdır.

Unutulmamalıdır ki geçmişini bilmeyen, geleceği kavrayamaz. Açıkçası biz geçmişimizde doğruyu da yanlışı da gördük, her iki tecrübeye de sahibiz. O tecrübeleri günümüze aktaran, üzerimizde oynanan oyunlar karşısında uyanık olan, içimize atılan fitne tohumlarını yeşertmeden kurutan, ‘bana ne’ mantığını terk etmiş, herkesi kucaklayan vahiy eğitiminden geçmiş, sorumluluk almaktan mutluluk duyan insanlar olmak gerekiyor.

Müslümanlar kendi üzerlerinde pek çok oyun oynanmasına rağmen nedense, ‘ümmet’ olma konusundaki duyarsızlıkları devam ediyor. Bu durumun en güzel örneği kendi ülkemizde yaşananlardır. Aynı mahallede oturuyoruz, aynı apartmanlarda yaşıyoruz, aynı camiye gidip bir olan Allah’a kulluk görevimizi yerine getirmek için aynı safta namaza duruyoruz. Ancak namaz bitince birbirimize olan duyarsızlığımız, dışlamalarımız, küçümsemelerimiz, sorunlarımızı paylaşmayışlarımız, önyargılarımız devam ediyor. Görevden ne kadar kaçsak da tüm zamanlarda olduğu gibi bu çağın vicdanı, kalbi, umudu ve ufku olmak durumundayız. Yoksul ve yetimlerin beklentisi, insanlığın muhtaç olduğu adalet, özgürlük ve insanca yaşamın takipçisi olmak zorundayız. Aşağıdaki ayet bu durumu güzel açıklıyor.

Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeğe çalışır ve Allah'a inanırsınız… ayeti sadece Hz. Peygamber ve sahabeyi ilgilendirmiyordu. Şu anda bizler varız ve bizlere hitap ediyor. Dikkat edin ‘en hayırlı ümmet’ olmak için bir cemaat veya tarikatın olması gerekmiyor. Allah’a inandığını söyleyen siyah Afrikalı da bu hayırlı ümmetin içindedir, beyaz bir Avrupalı da sarı bir Çinli de. Kısacası dünyadaki bütün Müslümanlar. ‘en hayırlı ümmet’ in yapması gerekenlerin başında insanları iyiliğe emredip kötülükten sakındırma yer alıyor.

Bu günkü yazımıza Albert Einstein’ın güzel bir sözü ile son verelimAptallara göre insanlar; ırk, cinsiyet, milliyet, yaş, statü, renk, din ve dil başta olmak üzere sekizden fazla kategoriye ayrılırlar. Halbuki olay bu kadar karmaşık değildir. İnsanlar sadece ikiye ayrılırlar: İyi insanlar ve kötü insanlar." Selam ve dua ile…