Kuşağımın, evlatlarına aktardığı bir problem var; problemi biz de babalarımızdan tevarüs ettik, onlarda kendi babalarından; yani nesiller boyu kendimizi sorunun içerisinde buluyoruz. Daha gider mi, giderse ne kadar gider, onu Allah bilir.
Problem: Batıcılaşmak;  kavram bizim “Batı” dışında olduğumuzu peşinen ifşa ediyor. Bu bakımdan “Batıcılaşmak” bir kaygı, bir hedef bir ülkü! Zira sadece Batılı olmayan bir toplum batıcılaşabilir. Batılı bir toplumun, mesela bir Hollanda’nın, İngiltere’nin yahut Almanya’nın Batıcılaşmak peşine düştüğü ne görülmüştür ne de duyulmuş.
Ancak Batılı olmayan toplum Batıcılaşıyorsa o zaman Batılı toplum ile Batıcılaşmak sevdasındaki toplum arasında bir fark var demektir.
Peki, bu farkın sebebi nedir? Dahası bu fark olumlu mudur, yoksa utanılması gereken bir eksikliğin mahsulümü?
Şayet bu fark varsa ki var, o zaman Batı nedir? Biz kimiz? Ve en önemlisi bu farkın sebebi ne?
İşte hesaplaşılması gerekirken bu güne kadar ıska geçilen hayati sorular!
Biz nesiller boyu Batıcılaşmak için yorulmak bilmez bir iştiyak ve iştahla uğraşıyoruz da, aradaki farkın sebebini bir türlü ortaya koymuyor veya koymak istemiyoruz.
Farkın kaynağı: tarih; bunu kestirmek zor değil. Bu durumda günümüzden geriye doğru gidersek muhakkak bu farkın sebebini bulabiliriz. Mantık doğru ama bir şartla: ‘hangi kafayla’ geriye gittiğimiz çok önemli. Tarihte yolculuğa çıkmamız, kafamızı buraya bırakıp gitmemizi sağlamıyor, mevcut kafa yapısıyla beraber gidiyoruz yahut giderken kafamızı da beraberinde götürüyoruz; bu da tarihteki yolculuğumuzda yaşananları izah ederken kullandığımız felsefenin/bakış açısının peşinen bizimle beraber olması demektir.
Demektir çünkü tarih, olmuş bitmiş, anlamsız olaylar yığını değildir. Şayet öyle olmuş olsaydı ne “tarih” denilen bilime ihtiyaç duyulurdu ve nede tarihten faydalanır ve ders çıkarılabilirdi. Tarih’ten söz edebilmek için yaşananlara bir üst plandan, bakış açısı sağlayan bir pencereden bakmak gereklidir.
İşte biz aradaki farkın tespiti için geriye doğru çıktığımız yolculukta, hangi bakış açısı ile yola çıktığımızın ayırtına varmamız, ulaşacağımız neticenin gerçekle örtüşür olması bakımından son derece önemli.
Evet, hangi kafa ile yola çıkıyoruz?
 Mesela Karl Marks’a sorulacak olursa tarihin kalbinin attığı temel nokta “sınıf savaşı” konusudur. Tarih ezilen sınıflar ile egemen yahut üretim araçlarını elinde tutan sınıflar arasındaki bir mücadeledir. Lakin bizler daha doğrusu Doğu toplumları bu bağlamda sınıflı toplum değildir.
Bu nedenle başta Marks olmak üzere bütün müsteşrikler Doğu’yu bu sebeple hakir görmüşlerdir. Sınıflı olamamış bir toplum çatışma yaşamayacağı için ilerlemesi ve gelişmesi mümkün değildir. Bu bağlamda Marks Doğu toplumlarına ATÜT (Asya Tipi Üretim Tarzı) demek suretiyle paranteze alarak Batı toplumlarına dair izahlarını sanki evrensel doğrularmış gibi sunmuştur.
İyi de şimdi bizler, bazı Batılı aklı evveller böyle düşünüyor diye kendimizi lekeli görmek zorunda mıyız? Sınıflı bir toplum yapısına ait olmadığımız için kendimize, tarihimize kahretmek zorunda mıyız?
Asla, tarihimizi yorumlarken modern/Batıcı kafa yapımızı terk etmemiz yeterlidir! İşte o zaman tarihimiz bizlere anlam dünyasını bütün zenginliği ile ifşa edecektir.
Diğer bir Batı’lı tarih anlayışı da tarihi çağlara bölerek ele almak şeklindeki izah türüdür. Tarih kabaca ilkçağ, ortaçağ ve yakınçağ diye kategorilere ayrılır. Her bir dönem kendinden öncekine göre daha ileri bir çağı simgeler. İlk çağ, köleci; ortaçağ, feodal; yakınçağ ise kapitalist toplum yapısına sahiptir. Buna göre feodal dönem köleci döneme göre ileri, kapitalist dönem de feodal yapıya göre daha ileri bir toplum yapısına sahiptir.
Ancak Doğu’lu toplumlar bu aşamaların hiç birini yaşamamışlardır. Bakmayın siz içimizdeki bazı çokbilmişlerin, ülkemizdeki Kürt olaylarına izahat getirirken, doğu ve güneydoğu bölgelerimiz için “feodal kalıntısı” gibi laflar ettiklerine. Anadolu hiçbir zaman feodal dönem yaşamadı. Feodal dönem Batı’nın tarihsel koşullarında yaşanan özel bir durum olup asla evrensel bir yapıya sahip değildir.
Tıpkı kapitalizminde evrensel ve zorunlu bir dönem olmadığı gibi!
Fakat Batılı düşünürler kendi bulundukları konumu idealleştirmek için bütün toplumların aynı gelişme çizgisi içerisinde ilerlediklerini ve Batı dışındakilerin gerilerde kaldığını iddia etmektedir.
Hatta bu nedenle Karl Marks, Mısır’ın Batılılar tarafından işgalini alkışlanması gereken olumlu bir olay olarak görmüştür. Böylece, tarih dışında kalan bu toplum, Batılı sömürücüler vasıtası ile uykusundan uyanacak ve tarihe dâhil olarak yoluna devam edebilecektir. Sonra da Marks’ın ütopyası olan sosyalizme ulaşabilecektir.
Öyle ya henüz “kapitalist” aşamaya varamayan bir toplumun sosyalizme ulaşması mümkün değildir. İşte Batı sömürüsü ile Doğu ülkeleri çağ atlatılıp(!) evvela Kapitalist aşamaya ve arkasından sosyalist aşamaya getirilmesi amaçlanmıştır.
Kısacası Doğulu toplumlar Batılılar ve içerideki Batıcılar tarafından durmadan çağ atlatma ameliyesine tabi tutulmuşlardır.