Farz edelim ki bir adam karşınıza çıksa ve “kitabı elimden bıraktığım halde yere düşmedi, aksine göğe doğru yükseldi” dese, bu adama karşı tepkiniz ne olurdu?

            Elbette ki inanmaz ve haklı olarak doğru konuşmadığını düşünürdünüz.

            Şimdi şöyle bir soru ile konuyu derinleştirelim: Adamın bu söylediği neden inanılır değildir? Başka bir ifade ile soracak olursak, neden söyleyen karşısında söylenenin olamayacağına dair kesin bir kanaate sahip olduk?

            Cevap büyük bir ihtimalle “akla aykırı da ondan ” şeklinde olacaktır.

            O zaman olaya akıl bağlamında yaklaşalım ve tekrar soralım: yere bırakılan bir kitabın düşmeyip göğe yükselmesi neden akla aykırı olsun ki? Farz edilen bu olayın, aklın almayıp kabul etmemesi için, akla uygun olmayan, aklı taciz ve rahatsız eden ciheti neresidir ki? Kitabın yere düşmesi gerektiği ve yukarı çıkmasının mümkün olmadığı halinin,  zorunlu olduğunu bize söyleyen acaba gerçekten akıl mı?

 Yoksa biz bunu akla mı söyletmiş oluyoruz?

            Açıkçası biz bugüne kadar bırakılan bir şeyin yere düştüğünü görmemiş olsaydık acaba bu söylenenin akla aykırı olduğunu iddia edebilir miydik?

            Cevap “hayır” ise o zaman kitabın yere düşmesi halinin bizzat aklen gerekli bir zorunluluk olmadığı, deneylerimiz ve alışkanlıklarımız nedeni ile bu bilgiye sahip olduğumuz ve bilgimize ters düştüğü için söyleneni kabul etmediğimiz hali zuhur edecektir.

            Ama diyelim ki hiçbir deneyimi olmayan hayattan izole edilen bir insanın karşısında bir kâğıdı ikiye bölsek ve parçalardan herhangi birini göstererek “bu önceki bütünden daha büyüktür” desek, hayattan kopuk ve deneyimsiz bu kişi söyleneni kabul etmeyip hemen itiraz edecektir.

            Çünkü parça bütünden küçüktür ve bu bilgi akli bir bilgidir.

            Tıpkı matematik ve geometri bilgileri gibi...

            İşte bu nedenledir ki teslisi savunan Hıristiyanlar akla tamamen yabancı bir iddiada bulunurlar:Baba,Oğul ve Ruhul Kudüs birdir,bu nedenle bizde tek Tanrıya inanırız derler?!

            Yani 1+1+1=1 derler. Veya 3=1, 1=3 derler... Böylece deneyle elde edilen bir bilgiyi değil, akıl tarafından üretilen bir bilgiyi inkâr ederler.

            Demek ki bilgi kabaca iki kategoride ele alınabilir: İlki beş duyumuzun deneyine başvurmadan, sadece akıldan ve aklın etkinliklerinden edinilen bilgidir. Bu bilgi, dış dünyadan tecrübe edilmeden bilinir. Deneyle bilinmediği gibi deneyle çürütülemezde. İnkârı ise çelişkiye sebebiyet verir.

            Diğeri ise beş duyumuzun deneyimi ile edinilen bilgidir. Tıpkı bırakılan kitabın düşeceği gibi...

            Şimdi benzer bir başka soru soralım. Pamuk ateşe yaklaştırıldığında yanar. Peki, yanmasının sebebi ateş midir? Veya buz ısınınca erir erimesinin sebebi ısı mıdır?

            Yani aralarında nedensel bir zorunluluk var mıdır? Yoksa biz hep aynı olayları gözlemlediğimiz için arada bir neden -sonuç ilişkisi mi kuruyoruz?

            Aydınlanmacı Filozof David Hume bu soru da ikinci şıkkı destekler. Bizler hep A olayının B olayı tarafından izlendiğini biliyoruz, ama bu aralarında bir sebep- sonuç ilişkisi olduğunu göstermez diyor. Yani her ısı tutulduğunda buzun erimesi, erimenin sebebinin ısı olduğunu zorunlu kılmaz.

            Düşünür buna şöyle bir izah veriyor: Gündüz her zaman geceyi, gecede gündüzü takip ediyor. Fakat hiçbiri diğerinin nedeni değildir.

            Haksız mı yani?

Kısaca David Hume demeye getirir ki: tamam,  nedensellik var olmasına varda, lakin bu kavram mantıksal değil, deneysel bir kavram.

Yani “aklın” değil, deney neticesi elde edilen bir bilgi.

Aynı konuya David Hume’dan asırlar önce başka bir dev değinecek ve oda aynı kanaate varacaktır.

İmamı Gazali...

Devam edeceğiz, inşallah...