Heybetli bir dostum önümde durmakla yetinmeyip, kolunu uzatıp avuç içini göğsüme dayamak suretiyle beni yolun ortasında teslim aldı. Takındığı tüm ciddiyeti ile aniden soruverdi: “Che ile Mevlana arasında ortak bir özellik var mıdır?”
Ben hiç düşünmeden “vardır!” diyerek cevapladım. Der demez de dizlerimin titrediğini, ağzımın kuruduğunu, beynime hücum eden kan ile birlikte nefes ritmimin bozulduğunu fark ettim. Ben ne yapmıştım da aniden ve hiç düşünmeden cevap verme gafletinde bulunmuştum. Birisi daha dün yaşamış Arjantinli Marksist Doktor; diğeri ise 13. Yüzyılda yaşamış Mevlana Celalettin-i Rumi; bu ikisi arasında ne gibi bir benzerlik ve ortak yön olabilirdi ki? Dahası dostum işi daha da ileriye götürür “o ortak özellik nedir?” diye soracak olursa ben ne der, nasıl cevap verirdim? Düşüncesizliğimin neticesi üzerime basan afakandan kurtulmak maksadıyla “bana müsaade” dercesine dostumun sağından veya solundan hamle yapmaya tam hazırlanıyordum ki, kendisi niyetimi anladı “yok öyle kolayca kaçmak” diyerek elleri ile ellerimi tutarak “nedir o ortak özellik?” diyerek gürledi.
Soruyu alır almaz sanki kurulmuşçasına ağzımdan yine cevap çıkıverdi: Kaderleri!
Artık iyice sıkıntıya düşmüştüm. İkidir içimdeki ses beni zor durumda bırakıyordu. İçerisine düştüğüm duruma son vermesini istercesine dostumun yüzüne yalvarır gözlerle baktım. O ise ışıldayan gözleriyle bana bakıyor aldığı cevabın mutluluğundan dudaklarında tebessüm beliriyordu. Kendimde birden  rahatlama hissettim. İçimdeki ses beni yanıltmamıştı, bak işte Marksist devrimci ile dev mutasavvıf arasında ortak özellik vardı ve bu özellikte kaderlerinin benzemesiydi. Yeni bir şey öğrenmiştim. Üstelik başkasından değil, içimdeki sesten.
Ama artık daha fazla riske girmenin âlemi yoktu. “Görüşmek ümidiyle” dedim lakin ayrılamadım. Dostum iki eli ile omuzlarımdan pençe gibi beni kavramıştı, hareket etmemin imkânı yoktu. Belli ki yeni bir soru soracaktı. Aniden içimdeki ses yeniden harekete geçti ve hiç ummadığım bir tepki benden sadır oldu.
“Bir dakika sevgili dostum hep sen soracak değilsin ya şimdi de ben sana soracağım: Söyle bakalım bu iki şahsiyetin kaderleri hangi noktalarda ortaktır.”
Dostum gülümsedi, gevşedi, sonrada hüzünlenircesine gözleri ufku tarayarak cevap verdi. Daha doğrusu dudaklarının arasından fısıltı şeklinde kelimeler süzülüverdi.
Tüketilmek, itibarsızlaştırılmak!” Fırsatı iyi değerlendirmeliydim. Ona tekrar soru sorma süresi bırakmadan ben “hele hele biraz daha açta bakalım doğru mu düşünüyorsun yoksa yanlış mı?” diyerek topu yine ona yolladım.
“Kapitalizm” dedi, “kapitalizm her değeri zehirler, meta ya dönüştürür. Paraya çevirmeyeceği hiçbir değer yoktur. Mesela devrimci Che: adam baştanbaşa Latin Amerika’yı dolaşmış, Batı tarafından nasıl sömürüldüğünü görmüş, sonra devrimci olmuş, Küba’ya gitmiş devrim uğruna çalışmış, gerilla savaşı üzerine kitaplar yazmış, Kongo’ya, Bolivya’ya gitmiş gerilla savaşı vermiş sonunda CİA tarafından düzenlenen bir operasyonla öldürülmüş; ya neticesi? Hasmı ve en büyük düşmanı olan Kapitalizm onu paraya tahvil etmiş, tişörtlere, çantalara, anahtarlıklara resmini basarak ürettikleri emtiaları piyasaya sürmüş.”
Dostum haksız değildi. Bu sefer takdir dolu gözlerle bakmak sırasının bana geldiğini düşünerek bana baktığı gibi ona bakmaya çalıştım. Hakikaten de kapitalizm o devrimciyi ucuz metalara çevirip harcıyor, üzerinden para kazanarak sistemini tekrar üretiyordu.
Birden aklıma soru sorma fırsatı tanımadan söze atlamam gerektiği lüzumu geliverdi:
“Ya Mevlana” dedim. Dostum derin bir nefes çektikten sonra daha da üzgün ve kanatları inmiş bir vaziyette sözlerine devam etti.
“O da dediğin gibi aynı kaderi yaşadı, evvela piyasaya hitap eden pek çok ucuz kitap pazara sürüldü, hepsinin de adı ‘aşk’ üzerine; aşk nedir bilmeyenler Mevlana hakkında Şems hakkında cüretkâr bir şekilde kalem oynattılar. Ucuzlayan, tüketilen metalaşan sadece Mevlana değildi. Onun şahsında İslam da meta haline getirilmeye çalışıldı. Dedim ya kapitalizmin eskitmeyeceği, itibardan düşürmeyeceği hiçbir değer yoktur.  Geleneğe ait ne varsa, kim varsa meta haline getirilip, kullanılıp atılmalıydı... Hikmet mi? Hikmet kimin umurundaki!”
Dostum birkaç saniye sustu. Susarak konuşmanın en güzel misalini ikimizde o esnada tecrübe etmiştik. Sonra “ daha kötüsü ne biliyor musun?” diye sordu.
“Lütfen” dedim. “Daha kötüsü bazı nadanlar tasavvuf terminolojisini bilmeden literal okumayla Mevlana’nın eserlerine yaklaşarak onu İslam’ın dışında hatta açıkçası sapıkmış gibi göstermeyi deniyorlar. Buna yeltenenler kendi cahilliklerini göstermenin ötesinde bir sütunu daha yıkmayı amaçlıyorlar. Medeniyetimizin dayanağı olan sütunlardan birini, yani anlayacağın olayın içinde biraz da taammüt var”
Dostumla ayrılmanın vakti gelmişti. İkimiz de hüzünlenmiştik. Birbirimizi kucaklayıp ayrıldık. Birkaç adım atmıştık ki dostum arkasına dönerek“ha aklıma gelmişken, biliyor musun Che öldürüldüğünde sırt çantasından Nutuk çıkmış” dedi ve bana bir göz kırptı.
Bu esprisi ikimize de iyi gelmişti. Gülümseyerek hüznümüzü dağıttık ve ikimiz de kalabalığa karıştık. Baktım karşımda bir manav evin ihtiyaçları için oraya yönelirken dudaklarımdan Mevlana’ya ait olan bir cümle dökülüverdi:
“Balıktan başka her şey suya kandı”