Geçen gün bir kitapevinde gözüme bir dergi ilişti. Kapağında Kazım Karabekir’in resmi vardı. Yanında ise  “19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıktım” yazısı.
    İsmi: Derin Tarih. Hemen altında ise küçük puntolarla yazılmış enteresan bir cümle: “Tüm Bildikleriniz Tarih Olacak!”


    Bu cümleyi okur okumaz aklıma birden Yunanlı düşünür Aristoteles geldi... Aristoteles ilimleri sıralarken içerisine Tarih’i dâhil etmez. Diğer bir ifadeyle Tarih’in ilim olmadığını söyler.


    Pek de haksız sayılmaz hani! Tarih kaideleri ortaya konulabilecek, yasaları sıralanabilecek ve laboratuar ortamında sağlaması yapılabilecek bir bilgi dalı değildir.


    Üstelik daha da önemlisi, günümüzde bazılarının, Tarih’in geriye doğru bir kurgulama işi olduğundan bahsediyor oluşlarıdır. İktidarı ele geçirmiş olan egemenler, mevcudiyetlerinin meşruiyetini sağlamak amacı ile olayları kurgularlar. Tarihi malzemelerin geriye doğru yapılan bu yorumunda amaçları kendi iktidarlarının haklılığını gözler önüne sermektir.
    Onun içindir ki bir “Resmi Tarih” ve “Alternatif Tarih” gibi ayırımlardan sıkça söz edilmektedir.


    Tarih’in ilim olmaması yanında kurgusal bir söylem olduğunun ileri sürülmesi de ayrı bir handikap olsa yeridir herhalde.


    Her neyse! Derginin henüz ilk sayısı; satın aldım, jelâtinini açtım baktım ki Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Armağan...
    Bu ülkede binlerce kişiye tarihi sevdiren kişi yani...


    Üstelik lüks kâğıda son derece güzel bir baskı ile hazırlanmış. Resimlerin baskısı da tek kelimeyle nefis olmuş doğrusu.
    Mustafa Armağan tanıtım yazısında “bir dergi neden çıkar” diye soruyor ve cevabını da veriyor: “yolda olmak” için... Peki, bu ne yolu? “hakikati yakalamak” adına kat edilen yol.


    Yolda olmak; yani: uğraş vermek, çaba göstermek; hakikati yakalamak için... Ne güzel değil mi? Yolda olmak her halde ilk bulduğun bilgi paketi ile kanmamak alışkanlığı olsa gerek.
    Veya her öğretileni düşünmeden başın üstüne koymama hassasiyeti!


    Bu haslet, dergide tanıtım yazısında, peşinen kendisini hemen ele veriyor.    Ülkemizde “Nutuk” merkezli bir tarih yazımı var. Bu zaten malum olan bir husus...
    Garip olanı Mustafa Kemal’in el yazması orijinal Nutuk’un Genel Kurmay da bir kasada kilitli olması. Üstelik piyasadaki Nutuk’lar aslından çok farklı olmasına rağmen aslını tıpkıbasım olarak yayınlamayanlara, Mustafa Armağan soruyor: “ bunu kimden saklıyorsunuz?” 


    Dergide Kazım Karabekir ile ilgili bir dosya hazırlanmış. Karabekir, Anadolu Savaşında ilk fitili ateşleyenlerden biri... Ama sonra evi basılıp belgelerine el konulan, matbaada kitabı toplatılıp yakılan, üstelik İstiklal Mahkemesinde yargılanıp idamdan kıl payı kurtulan bir kişi.
    Ne büyük bir acı değil mi?


    İşte bu tarihi kişiliğin eserlerinden hareketle Karabekir’in varmış olduğu bir kanaat dile getiriliyor: “Laiklik Lozan’da Dayatıldı”
    İslamiyet’in ilerlemeye engel olduğu iddiası meğer üst kademelerde ne hararetli tartışmalara sebebiyet vermiş. Hatta Karabekir’in iddiasına göre Mustafa Kemal bir keresinde aynen şöyle söylemiş: “Evet Karabekir, Arap oğlunun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur’an’ı Türkçeye tercüme ettireceğim ve böylece okutturacağım! Ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler”(sh:52)


    Ne enteresan değil mi? Bir kere Kur’an kesinlikle Arap yavesi değil Allah’ın Kelamı.


    Hakikate ulaşmak hakikaten yolda olmayı gerektiriyor. Bunu Alman Filozof Üstad Martin Heidegger’de söylemiş:” Düşünmek yolda olmaktır” diye.


    Merhum Karabekir’in iki kızı Hayat Karabekir Feyzioğlu ve Timsal Karabekir Yıldırım ile yapılan konuşmalar alınmış. Babaları ile yaşadıkları o acı günleri anlatmışlar. İki hatırayı burada zikretmeden geçemeyeceğim doğrusu.


    Karabekir çocukları ile birlikte bindiği tramvaydan inmiş, bakmış ki peşine Hükümetin taktığı hafiyeler farkında değil hemen koşup camını tıklayarak “dur çocuğum beni takip edenler var indiğimi görmediler onlarda insinler” demiş.
    Niye böyle yaptın baba diye soran kızına ise: Onların vazifesi beni takip etmek, onlarında çoluk çocuğu var” diyerek cevaplamış.


    Kızlarının aktaracağım ikinci hatırası ilkokul sırasına ait. Bir gün arkadaşları ellerindeki Akbaba Dergisi ile gelip “bakın bu Hayat ile Emel’in babası” diyerek göstermişler. Güya bir karikatür çizilmiş. Ali Fuat Paşa, Rauf Bey, Cafer Tayyar Paşa ve Karabekir Paşa gibi pek çok şahsiyet küçük ve sönen bir yıldız olarak gösterilmiş. Mustafa Kemal ise doğan bir güneş gibi; güneş doğarken yıldızlar kaçıyorlar.


    Anlaşılan o zamanlar siyaset çocukların sınıflarına kadar inmiş demek!


    Dergide M. Şükrü Hanioğlu’nun “Kazım Karabekir’i nasıl Tarihselleştirelim” isimli gerçekten okunmaya değer bir makalesi var. Yazar makalesinde, kişi bazlı “tarih yapıcıları” merkezli yaklaşımdan ziyade, dönemin “kuşak analizi” yapılmasını öneriyor. O dönemin subay kuşağı, aralarında guruplaşma olsa bile hepside aynı kanıyı müştereken paylaşıyorlar: “Toplumsal mürşit” vazifesi görmek.


    Neden ikide bir kurtarıldığımızın kökleri de burada saklı sanki.


    Son olarak Yamyam denilince aklımıza neresi gelir? Tabiî ki Afrika Kıtasının yerlileri. Ya Avrupalılar? “Hiç olur mu canım!” deriz değil mi? Ama öyle değil işte! Geçen yüzyıla kadar Avrupa’da insan eti, kanı ve yağından faydalananlar varmış. Hele birde Avrupa’da yamyamlığı betimleyen resimler var ki hakikaten de insanın midesini bulandırıyor.
    Lakin onlarınki “tıbbi” yamyamlık, Afrikalılar gibi “vahşi” değil yani...


    Yolda olmak böyle bir şey işte! Hakikate doğru yürümek gerçektende çaba gerektiren bir eylem...
    Ayrıca “Tüm Bildiklerimizin Tarih Olacağı” ihtimalini göze alabilme yürekliliğini gerektiren bir uğraş.