Ramazan Bayramının ilk günüydü; ikindi vakti civarında telefonum çaldı;   eski dostum Celalettin Gültekin’di arayan. Celalettin, bayramımı kutladıktan sonra “Abi gel eski dostlar bir aradayız” diyerek bulundukları yere beni davet etti. Tahrik etmek istercesine Erdoğan Yiğit ve Fatih Kutlu’nun da kendisiyle beraber bulunduğunu  belirtmeyi de ihmal etmedi.

            Hepsi de yaşça benden küçük bu dostlarımın davetini geri çeviremezdim doğrusu. Her biri farklı vilayetlerden gelmişlerdi ve biraz ötede hemhal oluyorlardı. Bayram ziyaretinde bulunduğum Kayınvalidemin evinden yanıma oğlum Yasir’i alarak ayrıldım. Onunda yaşanacak sohbetten istifade etmesini arzulamıştım. Ayrıca dostlarıma pek de öyle genç olmadıklarını hissettirmek de istiyordum. Çünkü hepsi de Yasir’in birkaç aylıkken ki halini biliyorlardı.

            Onları kısa süreliğine de olsa bir arada görmek gerçekten de çok güzel bir duyguydu. Hal hatır sorduktan sonra sohbet tahmin ettiğim mecraya doğru hızla akmaya başladı.

            Bizler ülkemizin yakın tarihinin canlı şahitleriydik. İdeolojilerin bütün pervasızlığı ile bir yerlere savurmak için son derece hırçın bir şekilde estiği o dönemlerde bizler birbirimize sarılarak ayaklarımızı sağlam basmaya çalışmıştık.

            Nereye mi? Bu topraklara! Daha doğrusu kendimize dair olana! Çünkü çürük olmayan tek zeminin orası olduğunu, kolay olmasa da hissedebiliyorduk.

            Sohbet bir şekilde “Ya Saparsam!” isimli önceki yazıma geldi. Erdoğan “işte abi, bütün mesele sapan idarecileri uyaracak bir topluluğun olmasında,  uyarıları ‘Elhamdülillah!’ diyerek memnuniyetle karşılayacak Hz. Ebubekir terbiyesi almış idarecilerin seçilmesinde” diyerek özetleyiverdi.

            Erdoğan haklıydı. Bütün mesele buradaydı: İktidarı uyaracak bir topluluğun varlığı ve uyarıları başının üstüne koyacak iktidar sahipleri.

            İlki hiçbir iktidara talip olmazken, diğeri iktidarını sınırlamaya hazır muktedir.

            Hayal gibi gelebilir. Lakin yaşanmış olan, bir kere yaşanan bir kez daha neden yaşanmasın ki? Hatta sürekli hale neden getirilmesin ki? Sürekli hale getirmenin formülü bence yaşanan olayların sosyolojisini kurabilmekte...

            Ben işte bu konuda kifayetsiz kaldığımız kanaatindeydim. Çünkü halifeler döneminden sonra saltanat dönemine geçilmişti. Muaviye, Halife Ali’nin otoritesine isyan etmiş, daha da acısı kendisinden sonra oğlu Yezit’i başa geçirmek için her türlü cebir ve şiddete başvurmuştu.

            Böylece ilk dört Halife seçimle başa gelmişken, bir bid’at oluşmuş ve otorite babadan oğla geçmeye başlamıştı.

            Hâlbuki Efendimiz Hazretlerine yaşayan erkek evlat vermemekle bu ihtimalin önünü fiilen evvela Yaratan kesiyordu.

            Sonrada Efendimizin sünneti üzerine dört halifenin seçilmesi usulü bizlere bu konudaki dinin emrini gösteriyordu… Emevilerle birlikte yaşanan açıkça bir bid’attı… Yani dine sokulan bir yenilik.

            Ve bence bu bid’at, sarığın ucunun arkaya mı yoksa öne doğrumu sarkıtılacağı konusundaki bid’atten hiç de daha az önemde değildi.

            Ben bu duygular içerisinde dostlarıma hitaben şöyle bir cümle sarf ettim:

            “İçimdeki bir düşünceyi ilk defa burada kelimelere dökeceğim. Bence İmamı Şafi’nin ‘ Allah dökülen kana ellerimizi bulaştırmadı bizde dillerimizi bulaştırmayalım’ sözü en az Sıffin savaşı kadar Müslümanlar için olumsuz sonuçlar doğurmuştur”

            Cümlemi tamamlar tamamlamaz bütün gözler dikkatle üzerimde sabitleşti. Celalettin gözlerinin içi gülerek “ne demek istiyorsun abi?” diye sorarken, ortaya çıkacak olanın merakında olduğunu hemen anlaşılır kılıyordu.

Halife Ali ile Suriye Valisi Muaviye arasında asırlar önce cereyan eden bu savaş bir ayrılık ve fitne kaynağı haline gelmiş ve siyasi mezhepler denilen ayrışma vücuda gelmişti.

            Daha sonra Müslümanlar Şia ve Ehli Sünnet olarak iki ana mezhebe bölünecekti... Bugün dahi Suriye olaylarını bahane ederek kışkırtılmaya çalışılan bir ayrışmanın temeli 657 yılında yapılan o savaşla atılmıştı.

            Ve bu savaşla ilgili olarak İmamı Şafi Hazretleri “dillerimizi bulaştırmayalım” ihtarında bulunuyordu.

            Ben ise bu sözü temsil eden anlayışın olumsuz etkisinin en azından savaşın kendisi kadar önemli olduğunu vurguluyordum.

            Devam edeceğiz, inşallah.