İman etmek; iman edilen konularda hiç şüphe duymadan veya inşallah gibi Allah isterse iman ettim anlamına gelebilecek bir cümleyle kullanılması mümkün olmayan vazgeçilemez, ertelenemez, şüphe duyulamaz bir gerçekliktir.

İman etmenin anlaşılması için, bir süreç içinde ve planlı olarak iman edilen konularda tekâmülü gözetmeyi gerektirir.

İman ettim demekle başlanan inanma hali; aslında daha sonra yükseltilmesi gereken bir ilahi algının, kendi kaynaklarından beslenerek, en üst seviyede bir bilinçli kabul halini oluşturmayı gerektirir.

İman ettim demekle hiçbir şey bitmeyeceği gibi tam tersine iman ettim demekten dolayı başlayan ve ilk hareketi alan varlık olmanın meydana getireceği daha çok artarak devam edecek bir sorumluluk bilincinin, hayatın tümüne Allah’ın rızasını kazanmak için her ana yayılmış bir algılama suretiyle asıl yerini bulmuş olacaktır.

Cahil toplumlarda iman etmenin tarif edildiği ve sadece iman ettik demekle kendini kurtarmaya çalışan bir topluluklardan haberler vererek yüce kitabında şöylece anlatmıştır;

 

” İNSANLAR, (sadece) "İnandık!" demeleriyle bırakılacaklarını ve sınava çekilmeyeceklerini mi sanıyorlar?”
 “Evet, andolsun ki, Biz kendilerinden öncekileri de sınadık; o halde (bugün yaşayanlar da sınanacak ve) elbette Allah, doğru davrananları ortaya çıkaracak ve yalancıların da kimler olduğunu gösterecektir.”
“Yoksa onlar -(inandıklarını iddia ettikleri halde) kötülük işleyenler- Bizden kurtulabileceklerini mi sanırlar? Ne tuhaf bir düşünce bu!” (Ankebut 29/2-4)

 

Sınanma hali; aslında kabul edilen imanın esaslarını ne kadar hazmedebildiğimizi ve gereklerini yerine getirebildiğimizi ortaya çıkarması bakımından önemlidir.

Sınanma aslında ölçülebilen ve karşılığı mutlaka verilecek olan davranışların, kulların kaç puan aldıklarını, zayıf mı yoksa geçer not mu aldıklarını ortaya çıkarabilmesi bakımından önemlidir.

Nasıl her öğrencinin bilgisini değerlendirebilmek bakımından sınavlar yapılırsa; dünyanın da iman eden insanlar için bir sınanma hali olduğu gerçeği  göz ardı edilmemelidir.

İman etmek; sözle ifade edildiği gibi kalbin tasdik ettiği ve davranışlarla imanın ifadesinden geri durulmadığı bir standardı yakalamayı gerektirir.

Yoksa sadece birkaç sözle kabul edildiği ifade edilip, davranışlara yansımayan bir hayat yaşanmaya devam ediliyorsa; bu iman halinin sorgulanması ve sonuçlarının fark edilebilmesi için çok bilgili değil ama aklını kullanan varlıklardan olma zorunluluğu vardır.

Her şeyin bir bedeli olduğu gibi iman etmenin de bir bedeli vardır. İman etmenin bedeli; Allah tarafından belirlenen davranışların bir yaşam tarzı haline getirilmesi, bu konuda samimi olunması ve bu davranışların tüm dünyaya yaygınlaştırılabilmesi için, her konuda toplumun  önüne geçecek bir örnek olma haliyle, her türlü kötülükle mücadele edilmesi zorunluluğu vardır.

İman ettiğini iddia etmenin bir de dünya hali’yle ifade edilmeye çalışılan, ilkesi kalmamış zamana ve zemine göre değişiklik gösterebilen standartları varmışçasına hoyratça davranılan bir hali vardır ki bunun rabbimizin istediği iman olması mümkün değildir.

İman edilen dinin standartlarını belirleme hakkı sadece Allah’a aittir. İnsanların kendine göre sınırlarını belirleyecekleri bir dinin Allah tarafından belirlenen dine uygun olması mümkün değildir. Çünkü bu noktada insan aklının müdahalesiyle standartları belirlenmiş ve insan bilgisiyle sınırlı bir anlayışın din haline dönüşmesi söz konusu olmuştur.

Dünyalık menfaatler nedeniyle iman edilmeden sırf iman ediliyormuş gibi yapılarak; kendince bir hayat yaşamayı tercih etmek rabbimiz tarafından bir karşılık olarak cehennemin vaat edildiği sonuçlara müptela olmayı idealize edinmişliği arkasından getirecektir.

Bir takım zorunluluklardan dolayı meydana gelecek kabuller; zorunlulukların ortadan kaldırılmasıyla birlikte hak olma özelliğini kaybedip, zorunlu inanılması gereken dini anlayışlar haline dönüşmüş olacaktır.

Zorunluluktan veya menfaatten dolayı meydana gelen iman; sadece bir teslimiyet olup ama hiçbir şekilde iman etme hali olmayacaktır.

Rabbimizin belirlediği şekliyle iman etmek; sözle başlayan ve bir takım Salih davranışlarla bezenmesi gereken bir gerçekliktir. Bu davranışlarda mutlaka Allah ve resulüne sahih bir imanla yaklaşmak, iman edilen şeylerden şüphe duymamak, Allah yolunda mal ve canı ile cihat etmeyi gerektirerek, sözünde duranlardan olmayı da mutlak şart olarak algılamayı gerektirmiştir.

Rabbimiz dinin bir hayat tarzı olarak algılanmasını istemenin ötesinde; gönderilen kitaba uygun bir hayata talip olmak ve teslim olmakla kurtuluş yollarını göstermiştir.

Rabbimizin dinin kurallarını tespit eden olmakla, insan denilen varlığa haddini bildirmesi ve sonrasında da kabul edilen dinin kurallarına uygun bir hayatı yaşama gayreti içinde olmayı gerektirir.

İşte tam bu noktada Allah tarafından tespit edilene tabi olmak yerine haşa (!) Allah tarafından gönderileni beğenmiyormuşçasına bir yaklaşımla; kendinizce dinin sahibine dini öğretmeye kalkışmak, abesle iştigal ve avami tabirle tereciye tere satmak kadar mantıksız bir iş olacaktır.

Kul olmayı kabul eden birine yakışan; kulluğunun gereğini yerine getirmek için çaba sarf etmektir. Yoksa kulluğunu yaptığı makama, kulluğun standartlarını değiştirmeyi teklif etmek değildir.

Kulluk; inançla başlayıp artarak devam eden bir bilinç ve süreçle doruk noktaya yani Allah’ın razı olduğu bir hali yakalamaya yönelik olmalıdır.

Tembelliklerin veya gönülsüzce kabullerin teşvik ederek kulluktan uzak tuttuğu durumlarda, kulluk yerine isteklerinize göre davranmak değildir.

Herkes Allah’a minnet etmek durumundadır. Allah tarafından minnet edilmeyi beklemek ancak acizliğini fark etmeyen insanın itiraz etmekle kendine şeytani bir kimlik bulma çabasıdır.

Ne Allah için, ne de peygamberimiz için minnet edilerek iman etmek mümkün değildir.

İnsanın Allah ve resulüne minnet etme hali veya mecburiyeti vardır ki bu da ancak Allah ve resulü tarafından ulaştırılana itaat ve bilinçli kabulün ortaya çıkaracağı mükemmellik hali oluşturmalıdır.

Allah ve elçisine lütufta bulunduğunu zannetmek yerine Allah ve elçisinin lütufta bulunduğunu akıldan çıkarmamak gerekir.

Gerçekten düşününce Allah ve elçisine karşı görevlerini yerine getirmekte hassas davrananlar ,samimiyetleri ölçüsünce karşılığını göreceklerdir.

Rabbimiz bu konuyu şöylece ifade eder;

” BEDEVÎLER, "Biz imana erdik" derler. De ki (onlara, ey Muhammed): "Siz (daha) imana ermediniz: 'Biz (zahiren) teslim olduk demeniz daha doğrudur; çünkü (gerçek) inanç henüz kalplerinize girmiş değil". Ama Allah'a ve Elçisi'ne (gerçekten) kulak verirseniz O, hiçbir işinizin boşa gitmesine izin vermez: çünkü şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, bir rahmet kaynağıdır.”
“ (Şunu bil ki, gerçek) müminler, yalnızca, Allah'a ve Elçisi'ne iman edenler ve (bu konuda) bütün şüphelerden uzak duranlardır; ve Allah yolunda bütün malları ve canları ile cihad edenlerdir: işte onlardır sözlerinde duranlar!”
“ De ki: "Siz, Allah'a dininizi(n mahiyetini) mi öğret(mek ist)iyorsunuz? Allah göklerde ve yerde olan her şeyi bilir. Allah her şeyin eksiksiz bilgisine sahiptir!"
“ Birçok insan, (sana) teslim olmak suretiyle (ey Muhammed), sana bir lütufta bulunduklarını zannederler. De ki: "Teslimiyetinizi bana bir lütuf olarak görmeyin: hayır, tersine size iman yolunu göstermek suretiyle Allah size lütufta bulunmuştur; eğer sözünüzde samimi iseniz!"(Hucurat 49/14-17)