Evet, Efendimiz Hazretleri sırf namaz demeyip, “gözümün nuru namaz” sevdirildi demekle, bence bunu ima etmek istemişti. O, kılınan namazlarla dünyaya bakış açısı arasında bir rabıta kurmuş oluyordu.

            İkincisi ise güzel koku idi. Kokunun en büyük özelliği nedir? Uçucu olması, yayılması, sirayet etmesidir. Yayılan koku güzel ise insan ferahlık duyar, şayet kötü ise dayanılmaz bir sıkıntı uyandırır.

            Bence burada hadis ile ahlakçı olmayın, ahlaklı olun uyarısı yapılmaktadır.

Ahlakçı insanlar, ahlak bekçiliği yapanlar, onun bunun açığını bulmak için çaba sarf edenler; yani insanlar üzerinde ahlak üzerinden denetleme kurmaya çalışan kişiler, insanlarda aksi bir tesir uyandırır, kelimenin tam anlamıyla nefret duygusu doğururlar.

Fakat kendileri güzel ahlak sahibi olup, insanlar üzerinde, “ahlak” üzerinden üstünlük kurmayanlar, tıpkı güzel kokunun yayılması gibi, onlarda güzel ahlakları ile insanlar üzerinde tesir uyandırır, nefret edilmek bir yana aksine büyük bir saygı ile sevilir ve örnek şahsiyet halini alırlar.

Efendimizin hadisinde bildirildiği üzere kendisine sevdirilen üç şeyden sonuncusu kadın idi...

Şimdi sorun şurada: eğer burada kast edilen ‘sevgi’ her erkeğin cibilliyetinden doğan kadına karşı olan sevgi olmuş olsa idi, sözün bir ağırlığı ve lüzumu kalmazdı. Çünkü her erkek doğal yapısı itibariyle karşı cins olan kadına karşı ilgi duyar ve sever.

Bu nedenle Efendimize özellikle sevdirilmesine de gerek olmadığı gibi, ayrıca bize de sevin diye buyrulmasına da gerek yoktu. Çünkü dediğim gibi erkekler bu tür duyguları yaratılışları vasıtası ile duyarlar. İradi değil tekvinidir, yani yaratılış ile alakalıdır.

Ayrıca Peygamberimiz sadece erkeklerin Peygamberi değildir. Hem erkeklerin ve hem de kadınların peygamberidir.

O zaman? Demek ki ‘kadını sevin’ diye bizlere buyruk verilirken hem erkeklere ve hem de kadınlara hitap edilmektedir.

Yani hem erkekler ve hem de kadınlar “kadın”ı sevmekle yükümlüdürler.

Bu ne olabilir ki acaba?

Zannımca burada şöyle bir incelik bulunmaktadır: Erkek olsun kadın olsun bütün insanlarda duygular iki ana kategoriye ayrılır. Erkeksi ve kadınsı duygular.

Erkeksi duygular: vurmak, kırmak, incitmek, yok etmek, cezalandırmak, öfke duymak, affetmemek, azarlamak gibi duygulardır.

Kadınsı duygular ise: affetmek, merhamet etmek, bağışlamak, sevmek, fedakârlık etmek gibi duygulardır.

Zira kadın güzelliğin, merhametin, rahmetin sembolüdür. O sevgi ile doğurur, dolayısıyla üretkendir. Erkek onun omzuna başını dayadığı zaman bütün kızgınlığı, öfkesi ve nefreti gider, çünkü kadın bir rahmet deryasıdır.

 Biz bu nedenle toprağa ‘toprak ana’ diye sesleniriz.

İşte bizlere insani duygulardan “kadınca” olanları sevin ve onları başat hale getirin deniyor. Şüphesiz ki her iki duyguda yersiz ve lüzumsuz değil. Her ikisi de elzem. Lakin bizler kadın ve erkek kadınca duygularımızı hayatımıza hâkim kılmak durumundayız.

Allah erkekleşmiş kadınlarla, içindeki kadını öldürmüş erkeklerin şerrinden bizleri muhafaza etsin.

       Tekrar başa dönecek olursak, ülkemizde yanan ateşi kavileştirmek için erkeksi duygular bugüne değin çok kışkırtıldı ve galeyana getirildi. Lakin bu gidiş gidiş değil. Merhametin, sevginin, rahmetin, affetmenin hâkim olacağı bir atmosfere ihtiyacımız var.

            Kısaca, kadın eline kadınca ellere ihtiyaç var... Anaların yüreklerinin bir sel gibi akmasına ve akan kanın önünü kesmesine ihtiyaç var.

            Zaten Ateş ve Kadın romanı da ana yüreğinin sıcaklığında başlayan bir vicdan ayaklanmasını konu ediniyor.

            Yoksa bu ateş zamanla hepimizi kavuracak... Bugün ateş satarak geçimini sağlayanlar yarın aynı hararetten yakalarını kurtaramayacak.

            Kısacası ya efendimize kulak vereceğiz, ya da birlikte kavrulacağız.

            Bu nedenle romanımın kapağındaki cümleyi burada da zikretmek istiyorum : “Deve olup odun taşıyanlardan olmaktansa, karınca olup ateşe ağzıyla su taşıyanlardan olmak”

Bu bizleri bekleyen tarihi bir görev olsa gerektir.