“Edanur savaşı kazandı” Böyle veriyordu manşetten haberini 20 Mayıs tarihli Sabah Gazetesi.

            Edanur henüz daha 10 aylık. Kazandığı savaş ise yaşam savaşı. Lakin kolay kazanılmamış bu savaş. Gazete haberine göre 66 günde tam 4 beyin ameliyatı geçirmiş.

            Hatta ilk hastaneye getirildiğinde ağır travma neticesi beyindeki zedelenme ve solunumun olmaması nedeniyle hiç kimse Edanur’a yaşama şansı vermemiş. Günlerdir serumla beslenmiş ve hayata tutunmaya sarılmış o minicik elleriyle.

            Öldürmeyen Allah öldürmemiş işte!a

            Peki, Edanur’a ne olmuş?

            Edanur ne trafik kazası geçirmiş ne de karyoladan düşmüş. Edanur vicdansızlığın ve şiddet tutkusunun kurbanı olmuş.

            Hem de kim tarafından biliyor musunuz? Öz babası tarafından… Alkolik baba kızı ağlayınca sinirlenmiş, Edanur’u dövmüş, hırsını alamayıp öfkesini dindiremeyince duvara fırlatılmış…

            Bir baba 10 aylık kızına, onu duvara fırlatabilecek kadar canavarlaşıyor veya bu seviyede vicdansızlaşacak kadar şiddete meyyal olabiliyor.

            Heyhat! Nedir bizlerin şiddete olan bu temayülü? Çocuğa şiddet, kadına şiddet, evde şiddet, sokakta şiddet, maçta şiddet, siyasette şiddet, askerde şiddet… Hatta bir şeyi tartışırken, bir sorunu çözerken bile şiddet!

            Bu kadar şiddete maruz kalan fertler ruh sağlıklarını korurlar mı? Toplum içerisine sağlıklı olarak karışırlar mı doğrusu bilemiyorum?

            Aynı gazetenin sürmanşetinde ise bir fotoğraf vardı.  Murat Karayılan ve 19 militanın resmi. Karayılan haricinde o militanlardan 16 tanesi bugün artık hayatta değilmiş.

            Yani gencecik 16 Kürt kardeşimiz ölmüş… Geriye kalan o üç kişide bu gidişle çok yaşamaz… Karayılan mı? Ona bir şey olmaz… Çünkü o varlığını ve mevcudiyetini şiddete kışkırttığı, ölüme gönderdiği gençlere borçlu.

            O ölmez, “ölün!” diye emir verir…  Sonra 19 tane daha başka genç grubuyla resim çektirir. Hem de hiç vicdan azabı çekmeden ve utanmadan, tam bir pişkinlik haletiruhiyesi içerisinde.

            Gazete Başbakan’ın “Kürt kardeşimin evladını dağda ölüme gönderiyorlar” sözünü de sürmanşete çekilmiş.

            İyi de Sayın Başbakanım neden frene bastınız? Neden Kürt açılımını yarıda kestiniz? Neden insanca yaşamayı önceleyen, “devleti” değil “hayatı” kutsal sayan yeni bir anayasayı geciktiriyorsunuz?

            Darbe mahsulü bir anayasayı halen daha bizlere layık görüyorsunuz?

            Yoksa Türkçülerin ve Kürtçülerin tepkisinden çekinip oy hesapları mı yapmaya başladınız?

            Ne çektiysek biz bu adına “ideoloji” denen geçen yüzyılın mahsulü ithal fikirlerden çektik.

            İdeolojiler “öldür” der… Yeryüzünde size bir cennet kuracağız der… Ama bu cennet başkalarının ölmesi, hayatın başkalarına cehennem haline getirilmesi bahasına mümkündür, der… Onun için sen kararlıca öldürmeye devam et der…Tabiî ki  “sınıfın” için veya “ulusun” için kurulacak o cennet,senin ölmeni gerektirirse hiç düşünmeden  sen de“öl” der.

            Hâlbuki “İslam” iki anlama gelir: Teslimiyet ve barış.

            Sadece ve sadece O’na teslim edeceksin: Neyi? Aklını, kalbini ve gönlünü… Sonrada “selam” diyeceksin! Neye? Bütün varlık âlemine… Elbette ki insanlara; böylece uyumlu yaşayacaksın bütün bir evrenle…

            Çok şey, hem de çok şey kaybettik… Bırakalım toprak kaybını, petrol kaybını, kütüphanelerdeki hazinelerimizi… Biz evvela bir arada yaşamanın iksirini kaybettik… Hâlbuki o iksir bize tarihin öğretisiydi... Müslümanları kaybettik, gayrimüslim insanlarımızı kaybettik… Nihayetinde biz bize kaldık. Ha birde tabii ezberlediğimiz ideolojilerimizle…

            Şimdi de devamlı can kaybediyoruz… Artık yetmedi mi kaybettiklerimiz?

            Bugüne kadar dışarıdan gelen hangi ideoloji ile ne kazandık ki bundan sonra ne kazanacağız?

            O zaman, beyanat vermekle kalmamalı, değişime ve açılıma devam edilmelidir.

            Zira elde kalanlara bakan bir vicdan sahibinin yapabileceği başka bir şey yoktur.

            Oy hesabı gibi dünyevi çıkarların ne zamanı ve nede yeridir!