Ene Arapça bir kelime olup birinci tekil şahsı işaret eder. Yani “Ben” anlamını taşır. Ene konusu düşünce hayatının köşe taşlarından birisidir dense yeridir. Enenin mahiyetinin ne olduğu hep sorula gelmiştir.


    Bir şeyin mahiyetinin sorulması demek o şey için “o nedir?” sorusunun sorulması demektir.


     Descartes’a göre “Enenin mahiyeti nedir?” sorusunun cevabı “özne”dir. Yani “Ben” olmak demek,  bu düşünüre göre bilginin öznesi olarak benlik sahibi olmak demektir. Hani her bilgide, bir bilinen nesne, birde bilen vardır ya, işte bu bilene Descartes Ene der.


    Hume bu konuda Descartes’ı eleştirir. Descartes’ın “ben”i, zaman içerisinde değişmeyen, hep aynı kalan , ‘kendisi ile hep aynı olan’ bir şey olarak kurgulandığını söyler.    Hâlbuki ona göre “ben” yok, hep bir algılama vardır. Biz hep algılarımız vasıtasıyla “ben”i yakalayabiliriz. Sıcak, soğuk; sert, yumuşak; tatlı, acı; haz, ıstırap; sevgi, nefret gibi algılarımız vasıtasıyla Ben’i hissederiz.


    Kolayca anlaşılacağı üzere Ben’in mahiyeti konusunda Descartes değişmeyen bir töz olarak aklı anlarken, Hume ise dış dünya ile kurulan tecrübelerin dolayımın da Ben’in var olacağını iddia etmektedir.
    Düşünce dünyasında ilk yaklaşıma rasyonalizm denirken ikincisine ampirizm denilmektedir. Yani: Akılcılık ve deneycilik.


    Kant bu iki yaklaşımın arasını bulma gayretine düşer. Veya iki tarafa da hak verir. Şöyle ki: dış dünyadan gözlemler neticesinde edindiğimiz tecrübeler yalnız başına yeterli olmazlar; edindiğimiz bu algıların akıl tarafından formel hale getirilip değerlendirilmesi halinde ancak “bilgi” halini alabilirler.


    Dikkat edilecek olursa her üç düşünürde Ben’in mahiyetini araştırırken, onun ne olduğundan ziyade işlevselliği üzerinde durmak suretiyle yetersiz cevap vermişlerdir.


     Ben nedir? Descartes: Akıl ile bilendir; Hume: tecrübe ile bilendir; Kant: tecrübesini aklı ile şekillendirendir... Peki bilen nedir?.. Cevap yok.


    Nietzsche bütün bu cevapları elinin tersiyle iter. Çünkü onun nezdinde tür olarak insana atfedilen özelliklerle Ben’in tanımlanması mümkün değildir. O, evvelemirde insanları kategorilere ayırmak suretiyle ele alır. Sürü insan dediği sıradan insanı daha işin başında eler ve hiç hesaba dâhil etmez.


    Yani sıradan insanın bir Ben’e sahip olmak hakkı yoktur.


    Bu bağlamda Nietzsche sosyalizm ve demokrasi gibi siyasal düşüncelere de açıkça cephe alır. Çünkü her ikisinde de kişi yok kitleler vardır: İşçi sınıfı, burjuva veya halk egemenliği; bütün bu kavramlarda işaret hep kişiye değil kalabalıklara veya onun deyimiyle   “sürü insan”a dairdir.
    Peki, bu düşünüre göre “Ben” sahibi olan kimlerdir?


    Değer yaratan azınlıktır… Toplum bu azınlığın kölesidir… Köleler tüm gün boyu çalışırlar sonrada gider evlerinde istirahat ederler. Ahlak sahibidirler ama bu ahlakları bir “köle ahlakıdır”…Acizliklerinden, zayıflıklarından komşularını severler. Çünkü onlar ancak birbirlerine koyun gibi sokulmak suretiyle hayatiyetlerini devam ettirebilir ayakta kalabilirler.


    Ya o Aristokratik azınlık? Evvela onlar çalışmazlar, çünkü çalışmak sürü insanlara ait bir haslettir. Bu bağlamda çalışmak aslında pek öyle matah bir şey de değildir… Yani asil insanların yapacağı bir uğraş değildir.


    Peki, bu asil insanlar ne için vardırlar? İnsanlık için mi? İçerisinde yaşadıkları toplum için mi?


    Asla! Zira Nietzsche’ye göre bu azınlık herhangi bir şeyin işlevi için değildir.  İyinin ve Kötünün Ötesinde isimli yapıtının 257. aforizmasında “Nedir Soyluluk?” diye sorar. Cevabı çok ilginçtir: “ Hâlâ doğal yapısında olan insanlar,sözcüğün bütün korkunç anlamıyla barbarlar….daha tamamlanmış insanlardı.(her düzeyde ‘daha tamamlanmış hayvanlar’ anlamında da)”


    Aynı esrinde 258 nolu aforizmasında Nietzsche iyi ve sağlıklı aristokrasinin temel özelliğinin kendisini bir şeyin işlevi olarak görmemesi veya varlığını çoğunluğun yararına şeklinde algılamaması olduğunu belirtir. Ona göre tam tersine toplumun çoğunluğu bu sayıca az ama en değerli olan azınlığın yararı ve hizmeti için var olmalıdır.


    Nietzsche’nin tabiriyle bu azınlık işlev olmamanın ötesinde işlevlerin anlamı ve en yüksek yargılama makamı olduğu için “temiz bir vicdanla, araçlar haline getirilen sayısız insanların kurban edilmesini kabul eder”


    Azınlığın bizzat “anlam” olması ve “en yüksek yargılama makamı” olması… Çoğunluğun bu bağlamda kurban haline getirilmesi, hem de hiçbir sıkıntı duymadan tam bir fütursuzlukla ve pişkinlikle...


    Üstelik birde “temiz bir vicdanla”!!!


    Bu durumu düşünür azınlığın eylemlerinde amil-amel ayrımı olmadığını ileri sürerek meşru hale getirmeye çalışır. Mantık basit bir formüle dayanır: Amil yani eylemi yapan asilse, ameli yani yaptığı eylemde asildir.!?!


    Bizim kullandığımız tabirle “neylerse güzel eyler” dir, anlatılan yani… Lakin biz bu tabiri Tanrı için kullanıyorduk… Nietzsche’de farklı düşünmez. Zira ona göre asil olan bu eyleyen kişiler esasen birer Tanrısal Ben’dirler.


    Zira onlar yaratırlar. Neyi? Değerleri. Peki, bu değerler iyi midir? Hayır. O zaman kötümü dür? Yine hayır..
    Peki nedir? İyinin ve Kötünün ötesinde olandır.
    Çünkü onların eylemi Yaratıcı olan eylemdir…


    Firavunların, Nemrutların ve Ebu Cehillerin şu anda kulakları çınlıyordur muhakkak…