12 Eylül askeri darbesi ile ilgili, dönemin Genelkurmay Başkanı, 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren ile Emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya hakkında hazırlanan iddianamede, ''Güvenlik ve kamu düzeni, devletin bekası tabii ki önemli ve vazgeçilmez hususlardır. Yanlış olan, bunlar yönünden bir tehlike yokken bilerek ya da bilmeyerek sanal bir tehlike paranoyası içerisinde özgürlükleri kısıtlamak ve ortadan kaldırmaktır'' denildi.

İddianamede, soruşturmanın, 12 Eylül 2010'da yapılan referandumla Anayasanın geçici 15. maddesinin kaldırılmasının ardından, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına ve Türkiye'nin değişik yerlerindeki Cumhuriyet Başsavcılıklarına verilen şikayet dilekçeleri üzerine başlatıldığı belirtildi.

Müştekilerin, 12 Eylül askeri darbesi ve bu dönemde maruz kaldıklarını belirtikleri işkence iddialarıyla ilgili suç duyurusunda bulunduğu ifade edilen iddianamede, şüpheliler Ahmet Kenan Evren, Ali Tahsin Şahinkaya, Nejat Tümer, Sedat Celasun ve Nurettin Ersin hakkındaki Anayasayı ihlal (askeri darbe) suçundan yürütülen soruşturmanın tefrik edildiği, iddianamenin de tefrik edilen soruşturma sonucunda hazırlandığı ifade edildi.

Tartışılan bir takım eksiklikleri olmasına rağmen demokrasinin, en iyi yönetim biçimi olarak kabul edildiği belirtilen iddianamede, demokrasinin kısa tarihi anlatılarak, ''Demokrasi bugün itibariyle geldiği noktada bütün kıtalara, insanlığın var olduğu her yere göreceli olarak yayılmıştır. Demokratik olmayan baskıcı rejimler birer birer yıkılarak demokrasi adına adımlar atılmaktadır. Bu durum, çoğunlukla halkın baskıları ve ayaklanmaları sonucunda yönetimleri zorlamasıyla ortaya çıkmaktadır'' denildi.

Demokrasinin ve çoğulcu demokrasinin tartışıldığı iddianamede, ''çoğulcu ve çoğunlukçu'' demokrasi anlayışı açısından bir değerlendirme yapıldığında, 1924 Anayasasının çoğunlukçu demokrasiyi, 1961 ve 1982 Anayasalarının ise çoğulcu demokrasi anlayışını hakim kılmak istediğinin anlaşıldığı kaydedildi.



-Anayasalar-



1924 Anayasasında kanunların Anayasaya aykırılığının denetimsiz bırakıldığı, azınlık haklarının güvencesiz kaldığı savunulan iddianamede, 1961 ve 1982 Anayasalarında kanunların anayasaya aykırılığının denetiminin, Anayasa Mahkemesine verildiği, bu şekilde azınlığın haklarının güvence altına alındığı ifade edildi.

İddianamede, 1924 Anayasası demokratik sistemi benimsemiş olmasına ve Anayasadaki ''Egemenlik kayıtsız Milletindir. Türk Milletini ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi temsil eder ve Millet adına egemenlik hakkını yalnız O kullanır'' şeklindeki düzenlemeye rağmen Türkiye'de çok partili seçimlerin ilk kez 1946 yılında yapılabildiği anlatıldı.

1961 Anayasası ile getirilen sistemde, çoğulcu demokrasi rejiminin benimsenmiş olmasına rağmen, siyaset kurumu ve siyasetçiye güvensizlik ortaya koyan ve çoğunluk iktidarını bazı bürokratik mekanizmalarla denetlemeyi ve sınırlamayı amaçlayan vesayetçi düzenlemelerin bulunduğu ileri sürülen iddianamede, bunlardan birisinin, 1960 askeri darbesini gerçekleştiren Milli Birlik Komitesinin 13 Aralık 1960'taki başkan ve üyelerinin (23 kişi) ömür boyu, Cumhuriyet Senatosunun doğal üyesi seçilmesi olduğu kaydedildi.

1961 Anayasasının, bir askeri müdahale ürünü oluşu nedeniyle askeri otoritenin, sivil otorite karşısındaki konumunu güçlendirecek düzenlemeler getirdiği savunulan iddianamede, bunlardan en önemlisinin, 1924 Anayasasında bulunmayan Milli Güvenlik Kurulunun, bir Anayasal organ olarak kurulması olduğu savunuldu.

1961 Anayasasında, askeri bürokrasinin, sivil otorite karşısındaki durumunu güçlendiren bir başka düzenlemesinin de 1924 Anayasası döneminde Milli Savunma Bakanlığına karşı sorumlu olan Genelkurmay Başkanının, Başbakana karşı sorumlu kılınması olduğu ileri sürülen iddianamede, ''Bu dönemde seçilen üç Cumhurbaşkanının (Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Korutürk) siyaset dışı ve asker kökenli oluşu tamamen bir tesadüf eseri olarak değerlendirilemez. Bunlar, askeri bürokrasinin siyaset üzerinde ne kadar etkili olduğunun bir göstergesidir'' denildi.



-'Halka rağmen halk için demokrasi''-



İddianamede, ''Yakın tarihimizde sivil otorite karşısında konumunu güçlendiren askeri bürokrasi ve askeri bürokrasiyle koalisyon yapan elitler, yönetim konusunda halkın doğru karar veremeyeceğini, doğru kararı onlar adına ancak kendilerinin verebilecekleri iddiasıyla, demokrasi adına ilan edilen meşrutiyetten günümüze kadar halkı yönetime ortak etmeme düşüncesini kararlılıkla devam ettirmişlerdir. Bu şekilde 'halka rağmen halk için demokrasi' düşüncesi egemen kılınmıştır'' ifadesi kullanıldı.

1961 ve 1982 Anayasasında, egemenlik hakkının millete ve onun temsilcisi olan TBMM'ye tek başına verilmediği, seçimle işbaşına gelmemiş kişi ve kurumlara egemenliğin paylaştırıldığı savunulan iddianamede, her iki Anayasa da da egemenliğin, Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanılacağı ibaresinin bulunduğuna dikkat çekildi.

Bu durumun, mevcut sistemde tam demokrasinin halen içselleştirilemediğinin, gücünü milletten almayan, seçimle işbaşına gelmemiş bürokrasinin bir şekilde ipleri elinde tutmak istediğinin göstergesi olduğu iddia edilen iddianamede, şunlar kaydedildi:

''Bu kesimler şeklen demokrat görünmekle birlikte, işler kendilerinin veya ideolojisine hizmet etmiş oldukları güç odaklarının istediği gibi gitmediği takdirde demokratik yönetime müdahale yollarını aramaya başlarlar. Bunun içinde sürekli sistemde kendilerine bu imkanı sağlayacak boşluklar bulunmasını arzu ederler. İstedikleri ortama demokrasi dışı yollarla ulaşmak gerekiyorsa derhal o oluşum ve çalışmaların yanında yer alırlar.

Demokrasi tarihimize bakıldığında, devletin kutsal ve dokunulmaz kabul edildiği tarihi geleneğimiz içerisinde devlet toplumdan soyutlanarak, adeta sanal varlık olarak görülüp güvenlik, kamu düzeni gibi gerekçeler ileri sürülüp özgürlüklerin ve hakların heba edildiği anlayışlar dayatılmaya devam edilegelmiştir. Güvenlik ve kamu düzeni, devletin bekası tabii ki önemli ve vazgeçilmez hususlardır. Yanlış olan, bunlar yönünden bir tehlike yokken bilerek ya da bilmeyerek sanal bir tehlike paranoyası içerisinde özgürlükleri kısıtlamak ve ortadan kaldırmaktır.''



-''Bireylerin özgürlükleri feda edilmiştir-''



Demokratik bir devlet anlayışında olması gereken ''Devlet toplum içindir'' özdeyişinin tersine çevrilerek ''Toplum devlet içindir'' anlayışının hakim kılındığı savunulan iddianamede, ''Bireylerin özgürlükleri, en temel ve vazgeçilmez hakları sanal ve dokunulmaz bir devlet anlayışına feda edilmiştir. Oysa toplumunun ve bunu oluşturan bireylerin mutluluğunu sağlayamayan devlet ne kadar güçlü olursa olsun, güvenliği ne kadar yüksek olursa olsun yıkılmaya, değişmeye mahkum devletlerdir'' ifadesi kullanıldı.

İddianamede, Türkiye'de, son yıllarda Avrupa Birliği ile bütünleşme çabaları yolunda, kişi özgürlüğü ve hakları ile ilgili atılan adımlar ve yapılan yasal düzenlemelerle sürecin, demokrasinin lehine değişmeye başladığı kaydedildi.

İdeal bir demokratik rejimde, kendi çıkarlarının ne olduğuna karar veremeyecek olan istisnai yetişkinler ile çocuklar dışındaki diğer yetişkinlerin yönetim konusunda, neyin iyi ve çıkarlarına uygun olduğuna kendilerinin karar vermesi gerektiği ifade edilen iddianamede, ''Bir kişiye ya da zümreye süresiz ve sınırsız yönetme yetkisi verilemez. Ya da bu sonucu doğuracak yasal düzenlemeler yapılmamalıdır'' denildi.