İsmail Kara haklıydı, gerçektende Hilafet konusunun 1924 tarihinden geriye doğru neredeyse yarım asra varan bir tartışması vardı. Üstelik bu tartışma uluslar arası politikanın neredeyse en önemli konusunu iştigal etmekteydi.

            Bunun sebebini tahmin etmek zor olmasa gerek. Osmanlı Devletinin, hâkimiyeti altında bulunmayan yerlerdeki Müslümanlar üzerinde dini-manevi otoritesinin bulunması; üstelik bunun uluslararası bir hukuka dayanması. Yazar, Derin Tarih dergisindeki makalesinde Kırım Müslümanlarının halinden söz eder. 1774 tarihli Küçük Kaynarca anlaşması ile Osmanlı’nın Kırım’da ki siyasi hâkimiyetine son verilmiş olsa da,  sırf Hilafet dolayısıyla oradaki Müslümanlar üzerindeki dini velayet ve hamilik hakkının devamı saklı tutulmuştur. Vaziyet uluslar arası anlaşmaya dayandığı için meşruiyetini yani   “hilafet hukuku”nu da böylece oluşturmuştur.

Zaten meselede buradadır. Uluslararası hukuka dâhil olan “hilafet hukuku” ne olacaktır? Sanayi devrimini ilk gerçekleştiren İngiltere açısından konu son derece hayatidir. Çünkü sanayisi için petrol çok önemli, petrol ise Osmanlı topraklarındadır. Osmanlının parçalanması zaruridir, ancak yetersizdir. Ayrıca 1774 den beri gelen hilafet hukukunun da zedelenmesi gerekmektedir.

Kaldı ki İngiltere Hindistan’da hâkimiyet kurma çabaları esnasında da aynı sorunla karşılaşmıştır. Yani bu konudaki deneyime zaten yeterince sahiptir. Yürütmüş oldukları sömürü politikasında, Hintli Müslümanların Osmanlı Halifesine olan hürmet ve bağlılığı onlara, hesaplarında bu makamı dâhil etmesi gerektiğini öğretmiştir. Bu makam ya kendi siyasetleri dâhilinde kullanılmalı veyahut da oluşan meşruluğu berhava edilmelidir.

Bu nedenle İngilizler üzerlerine hiç vazife olmayan fıkhi bir meseleye sarılırlar. Hilafetinin Kureyşiliği meselesi. Amaç bellidir, Hilafet Makamının Türklerin elinde olması halini İslam içi bir buhran haline getirip meşruiyetini sarsmak, Araplar ile Türkler arasına hilafete dair sorun çıkararak kurumu işlevsiz hale getirmek.

Bir Arap Hilafetinin oluşması halinde, makam İngiliz çıkarlarına uygun olarak kullanılacaktır. Bu konudaki çabaların bazı Araplar nezdinde karşılık bulduğu açıktır. Özellikle 1. Dünya savaşı sırasında olay sahneye konulmaya çalışılmış olsa da başarılı olamayacaktır. Çünkü Müslümanlar nezdinde Hilafet Osmanlı’ya aittir ve tamamıyla meşrudur.

Bu konuda yine İsmail Kara tarafından derlemesi yapılan Hilafet Risaleleri isimli çalışma oldukça detaylı tarihi bilgileri ihtiva etmektedir.

Biz tekrar konumuza dönecek olursak, evvela ne demektir “hilafetin kureyşiliği” meselesi? Olay Efendimize ait bir hadise dayanır: “Hilafet Kureyş’tendir.” İslam fakihlerince yapılan çalışmalar neticesi bu hadisin İslam’ın ilk dönemlerinde siyasi hâkimiyeti elinde tutabilecek güce sahip olan topluluğun Kureyşliler yani Mekkeliler olduğuna işaret ettiği yoksa genel bir kural ihdas etmediği yönündedir. Zaten daha sonraki uygulamalarla vakıanın bu şekilde anlaşıldığı aşikârdır. Hadisçilerin bir kısmı ise hadisin zayıf olduğunu söyleyeceklerdir.

Bu meyanda 31 Ağustos 1876 tarihinde tahta çıkan II. Abdülhamit Han üstlenmiş olduğu Halifelik kurumunu son derece önemsiyordu. Yüzyıllar boyunca olduğu üzere, her Osmanlı Sultanı gibi kendisi de tahta oturmakla dünya Müslümanlarının halifesi unvanını peşinen kazanıyordu.

Lakin Abdülhamit Han dünyanın gidişatında hilafet makamının oynayacağı rolün öneminin her geçen gün arttığının farkındadır. Bu nedenle saltanatının hemen akabinde yürürlüğe giren Osmanlı Kanun-i Esasi’sine almak suretiylehilafeti anayasal bir kurum haline getirecektir.

Böylece Padişah hazretlerinin zatının, bütün din-i İslam’ın hamisi ve bilcümle Osmanlı tebaasının hükümdarı ve padişahı olduğu hususu anayasa ile hüküm altına alınmış olacaktır.

Artık o dünyada kurulmuş olan kurtlar sofrasında Müslümanların çıkarlarını korumak için hilafet kurumun kendisine sağladığı avantajları en iyi şekilde kullanmak amacındadır.

Bu gelişmelerin elbette ki İngilizler de farkındadır.

Devam edeceğiz, inşallah.