Efendimiz Hazretlerini Hıra Mağarasına gönderen sebep ne idi? Neden Mekke içerisinde son derece saygın bir şekilde yaşarken bu yapayalnız yolculuğu tercih ediyor, uzlete doğru adım adım yol alıyordu?
    Çünkü o Mekke’de cari olan değerlerden son derece muzdaripti…
    Peki, O Hıra’ya doğru giderken ne idi? Abdullah’ın yetimi Muhammed… Yani? Yani: bir beşer… Tıpkı bizler gibi bir beşer.
    Elbette ki melekeleri çok üstün olan bir beşer… Aklı, vicdanı, müşahede, murakabe ve tefekkür kabiliyetleri itibariyle temayüz etmiş bir beşer. Lakin meziyetleri itibariyle ne kadar üstün olsa da yinede bir beşer.
    Kısaca: bir insan…
    Mağarada tefekkür ederken bir çıkış yolu arıyordu. Kâbe’nin ortasına dikilmiş putlar onu tarifi imkânsız bir şekilde üzüyordu… Tamam, hayatı boyunca hiçbir puta eyvallahı olmamıştı; hiç birine tapmamış ve hürmet etmemişti ama, ya insanlar?
    İnsanlar nasıl bu kadar gafil olabiliyorlardı? Şu karşılarında duran tabiatın eşsiz güzelliği karşısında Kâbe’ye tıkılan putlar ne kadar da çirkin kalıyordu! Fakat bir günahı yoktu o taşların ve tahtaların hatta karılmış olan helvaların… Bütün mesuliyet insanlarındı.
    Peki ya kendisi? Kendisi ne yapmalıydı? Ne şekilde ödemeliydi, evren içerisinde bunca yetenekleriyle mücehhez olarak, dünyada var olmuş olmanın karşılığını? Tamam, evrenin bir sahibi vardı. Bundan hiç şüphesi yoktu. Lakin o sahibe nasıl teşekkür edecekti?
    Nasıl ve ne diyerek ellerini uzatıp insanları içerisinde gark olduğu gafletlerinden uyandırabilecekti?
    Bereket okuryazar değildi! Bu nedenle cari kültürün üzerindeki etkileyici gücü hemen hemen hiç mesabesindeydi?
    Reddedeceklerini bir bir seziyor ve akledebiliyordu… Aklı, vicdanı ve üstün yetenekleri ile nelerin reddedileceğini, nelerin yıkılacağını ve kaldırılacağını teşhis ve tespit edebiliyordu. Ama yerlerine ne konulacaktı? Aklı, vicdanı ve sezgileri bu konuda kifayetsiz kalıyordu.
    Nietzsche’den ilhamla konuyu açalım.  Nietzsche değerleri parçalayan insanı Aslana benzettiği gibi, yerine yeni değerler koyan insanı da çocuğa benzetir. Neden mi? Çünkü çocuk masumdur; o bir oyuna başlamak üzeredir; tıpkı her şeyin “oluş”unda olduğu gibi; tıpkı oluşun bir oyun olduğu gibi. Bu nedenle değer koyan çocuk adeta bir yaratıcıdır. Nietzsche’ye göre o tanrıdır, kendi deyimiyle Dionysos’dur.
    İşte Aslanın yapamayıp da çocuğun yaptığı budur: Yeni değerler yaratmak, yeryüzünün anlamı olmak, üstinsan olmak, geleceğin dünyasının yasalarını üretmek.
    İnsanlar üzerinde mütehakkim olmak, ilahlaşmak, tanrılaşmak…
    Ama Mekke’nin sorunu zaten bu değil miydi? Kâbe’deki putların her birisi, bir kabilenin “değer” biçen geçmişteki uluları değil miydi? Putlar onlar adına dikilmiyor muydu?
    Ne yani?  Kâbe’nin mevcut putları yeni putlara yer açmak için mi temizlenecekti!
    Ayrıca bütün mevcudat nasıl aptal bir “oluş” ile izah edilebilirdi ki? Nasıl anlamsız bir oyun denilebilirdi ki? Oyun ve masumiyet; ya bizler: mesuliyetsiz, sorumsuz beyhude insanlar.
    İşte bu beyhudeliğe “evet” deme haline Nietzsche trajik insan der…
    İşte “Hıra” safhası O’nun böyle bir çaresizlik safhasıydı da aynı zamanda. “İnsan” olarak yükselmişti… Hatta ulaşılabilecek en yüksek seviyeye gelmişti. Bu safhanın seviyesinden bakan insanlar kendi acziyetlerini de müşahede ederler. Hiçbir şekilde iki ayakları üzerinde yürüyen sahte tanrılar olunamayacağını bilirler…
    Bilirler çünkü yalnızlıklarını tadarlarken O’na çok yaklaştıklarını da hissederler. O’nun la baş başa kalmanın lezzeti onlara öyle bir ruhi olgunluk kazandırır ki artık ne sahte tanrıların önünde eğilirler ve nede elleriyle bir put inşa ederler.
    Peki, ne yaparlar? Teslim olurlar… İslam iki anlama gelir:“teslim” ve “barış”.O’na teslim olmak ve evrenle uyum içerisinde yaşamak; barışa erebilmek.
    “Hıra”da yaşanan çaresizlik, ancak ulu insanların yaşayabilecekleri, “insan”ın kifayetsizliğinin müşahedesi halinden başka bir şey değildir.
    İşte buraya kadarını herkes yaşayabilir. Bu, en azından teorik de olsa mümkündür. Aslında herkes kendi yalnızlığı içerisinde tefekkür ve murakabe etmek mecburiyetindedir.
    İşte tam bu kifayetsizlik şuurunun en üst noktasında insan ilahi bir yardım ile burun buruna gelir: Vahiy… Yani O’ndan gelen bilgi.
    Efendimiz Hazretlerine de olan budur. O seçilmiş bir kuldur.  Merhum Mevdudi’nin ifadesiyle  “Vehbi” ilme kavuşmanın  zamanı gelmiştir. Vehbi; yani: bağışlanan ilim… Ya öncesi: Efendimizin  “Hıra” aşaması onun kesbi ilminin bir neticesi. Kesbî yani kazanılan ilim… İnsanî sınırlar içerisinde elde edilebilecek olan ilim.
    İşte bu bağlamda “Hıra” aşaması bir köprüdür. Her insanın geçmesi gereken bir köprü. Aklî melekelerle bu köprüye gelirsin… Tefekkür edersin; tabiatı seyreder müşahede edersin; sonrada murakabede bulunur ve teslim olursun.
    Neye? Efendimize gönderilene… Yani: Vahye.
    Zira O’nun o köprüde karşılaştığı melek O’na, O’ndan haber getirdi. Bu haber O’nun şahsı kadar bizim içindi de.
    “Oku… Seni Yaratan Rabbinin adıyla oku!”
 Oku! Neyi? Yerleri, gökleri, denizleri, insanları yani bütün mevcudatı oku… Kendini oku,  bağrından çıkarıp ellerinle diktiğin sonrada taptığın putları oku…
Oku; yani: anla…
    Peki, nasıl? O’nun adıyla… Çünkü o seni ve her şeyi yarattı.
    İşte zihin haritası, kültür atlası, cümle ilimlerin paradigması… Ne derseniz deyin. Vakıa tek… Yorumların bolluğu sadece bir teferruat.
    Evet, Hıra Dağı’na çıkarken Efendimiz bir insandı. Ya inerken?
    İnerken de insandı ama aynı zamanda O’nun Resulüydü, artık.
    Biz Müslümanlar bu olaya şahit olduğumuz zaman şöyle deriz: “Allah’ın kulu ve Resulü”…Dikkat önce Kulu sonra Resulü.
    Hıristiyanlardan ne kadar da farklıyız değil mi?