Kur’an çok açık bir şekilde bildirir: “O kâfirlerden oldu”(Bakara 34)

            Ne olmuştu da İblis kâfir/örten olmuştu? Allah’ı inkâr mı etmişti? Yoksa o Allah’ın varlığını bilmiyor muydu? Veya bu bilgisi kesin değildi de şüpheye mi düşmüştü? Eğer bunların hiç biri değilse ne idi İblis’i kâfir, yani hakikatin üstünü örten konumuna düşüren?

            Hayır, İblis Allah’ı inkâr etmiş değildi. Bilgi yönünden de eksik değildi. Allah’ı tanıyor ve biliyordu. Ayrıca bu bilgisinde şüpheye düşmesi imkânı da yoktu. Yoktu çünkü o, Tanrı’nın mevcudiyetini çok açık bir şekilde biliyor, yakinen müşahede ediyor hatta O’nunla pazarlıklara dahi girişiyordu. İnsanoğlunu azdırmak için mühlet istemek gibi.

            Peki, ne idi onu kâfir kılan? Ne olmuştu da bilerek yakinen iman ettiği Yaratıcının indinde kâfirlerden olmuştu?

            Sorunun cevabı ilgili ayette zaten veriliyor: Büyüklük taslamak!

            Evet, büyüklük tasladı, kibirlendi; Allah’ın emrini, o,o emri çirkin gördüğü için yerine getirmedi. Yoksa nefsine yenilip de bir an için günaha dalmış değildi. Kendince ölçmüş tartmış ve emri yerine getirilir bulmamıştı.

            Bu konuda merhum Elmalılı şöyle yorum getirir: O ana kadar Allah’ın bütün emirlerini yerine getiren İblis, ilk defa Âdem’e secde ediniz emri karşısında duraklamıştı. Çünkü gelen bütün emirler İblis’in nefsini okşar mahiyette idi. Ne zaman ki Âdem’e hürmet ile eğilmesi istendi, işte o zaman bu emir onun nefsine ağır geldi ve yapmamakta diretti.

            Bunun için gerekçesi de hazırdı: Beni ateşten Âdemi çamurdan yarattın. Ateş topraktan üstün olduğuna göre ben Âdemden hayırlıyım ve üstünüm. (A’râf 12)

            Yürütülen mantık açıktı. Ateş üstün olduğu halde, hammaddesi toprak olan Âdem’e “secde et” emri yerine getirilecek bir emir değildi. Çünkü İblis mantığını kurarken dayanmış olduğu bilgi verilerine ve aklına göre bu emir kendisinin ve Âdem’in gerçeğine aykırı idi. Yerine getirilmesi mümkün olmayan bir emirdi. Tanrı bu emri verirken (hâşâ) yanılmıştı.

            Hiçte yabancısı olduğumuz bir mantık değil, değil mi?

            Böylece İblis kâfir “ol”muş oldu. O önceleri iman eden bir yaratıktı; fakat gelişen beklenmedik bir olay, onun bir halden bir hale değişmesine sebebiyet verdi. Kıyas yaptı, ölçtü biçti, düşündü taşındı ve “olamaz!” dedi. Kibirlendi ve kabul etmedi. Oysa kâfir olamadan önceki Tanrı hakkındaki bilgisi ne ise kâfir olduktan sonraki bilgisi de aynı idi. Yani onun Tanrının varlığına yönelik bilgisinde bir değişme olmadığı gibi, yakin/kesinlik noktasında da bir değişiklik olmadan olan olmuştu.

            Kısacası” iman” epistemolojik değil, varoluşsal bir tavrın neticesi idi.

            Uhud Harbinde Efendimiz Hazretlerinin yanına demir zırh ile kaplı bir kişi gelir ve “Ya Resulallah hemen harp edeyim sonra Müslüman olayım mı?” diye sorar. Peygamberimiz:

            “Önce Müslüman ol sonra savaş” diye buyurur.

            Adam Müslüman olur, savaşır ve şehit düşer; bunun üzerine Efendimiz “Az iş yaptı, çok kazandı!” diye gıpta ve hayranlık uyandıran duruma izahat getirir.

            Yaşanan bu vakıada da “ol” manın önemi ortaya çıkmaktadır. Şehit olan o kişi buyrulduğu gibi az iş yaparak çok şey kazanır. Yani amellerin nasıl yapılacağı ve ne şekilde yapılırsa makbul olacağı gibi birçok konuyu öğrenmeden, bu konuda pek çok farklı yorumların hiç birisine dâhil olmadan, daha yapmaya fırsat bulmadan sadece olmak suretiyle hedefe nail olmuştur.

            Çünkü o, atalarının cahiliye dinine mensup iken bundan vazgeçmiş ve kalbi yeni bir hal ile buluşmak için çarpmaya başlamıştır. Efendimizde Uhud Savaşı gibi kritik bir savaşta dahi,‘sonra nasıl olursa İslam olursun, şimdi sen savaşa katıl ve İslam’a faydalı ol’ gibi düşünceye iltifat etmemiş ve karşısındaki kişinin “ol”ması için gereken ne ise onu istemiştir.

            Önce “İslam ol!” demiştir.

            Tekrar ”az amel yaptı çok şey kazandı” mübarek sözüne dönelim. Amel: eylem, iş yapmak demek; aslında bunun içerisinde bilmek de dâhil. Fakat iman etmek için bilmek, yani hakikatin künhünü bilmek, zaman ile sınırlı ve sonlu bir varlık olan “insan” için mümkün olmayacak bir vakıa. Kaldı ki bilmek, kâfir olmaya, örtmeye, hakikate karşı aksi tavır almaya asla engel değil.

            İblis örneğinde olduğu gibi! Kibir bilgiyi etkisiz kıldı. Çünkü İblis, kibirlenmek suretiyle yeni bir “ol” uşa doğru yelken açmıştı. Bilerek ve isteyerek!

            İslam “ol” mak ise bunun tam tersi. Sınırlı varlığının sınırlarını aşmamak. Müstağni olmamak, kibirli olmamak, boyun bükmek!

            Kısacası “O İlahtır bense kul” der  halde olabilmek.