Dünya manevi bir buhran geçiriyor. Asırlardan beri oynanan dehşetli oyunlar neticesinde efkar-ı amme ile kalp ve vicdanlarda geniş yaralar açıldı. Özellikle avamın dayanak noktaları kırıldı. Asrın başında inkar-ı uluhiyet olarak belirmiş olan cereyanlar dünyayı etkiledi.

İnkar-ı uluhiyetin getirdiği iman zaafı, cemiyette tevhit ve Yaradan’a teslim akidelerini etkiledi; tevhit akidesinden uzaklaştıkça, yani “nokta-i istinadı ve nokta-i istimdadını” kaybetmenin neticesi olarak kaygı, korku, sıkıntı, panik, kargaşa ve bunların karışımından ortaya çıkan, hayatın değişik alanlarına yayılan toplumsal bir hayat tarzı anarşisini netice verdi.
 
Varlık anlamını dünya hayatından ibaret sanan şişirilmiş ego sahiplerinin paylaşma kavgaları neticesinde çevre ve biyolojik dengeler tahrip edildi. Haz ve zevk merkezli düşüncelerle dünya çölünde serapa koşan yalnızlar arttı.

Kalabalıklar arttı ancak kalabalık içindeki yalnızlar daha da arttı. Sahibini bilmeyen, Malikini tanımayan çaresizlerin kalp ve ruhundaki yaralar derinleşti. Sığınacağı ve dayanacağı kudreti bulamamanın sonucunda kaygı, endişe, korkular kimilerini “herkese dilenci, her hadiseden titrer” bir hale getirdi.
 
İnsan şu gerçeği hiçbir zaman unutmamalıdır ki insan yaratılış itibariyle aciz ve fakirdir. Her an dağılmaya müsait bir yapının dengelenmiş halinden ibarettir. İnsanın her hücresinde DNA’sı günde 103 (10 üzeri 3) kez hasara maruz kalmakta ve tekrar onarılmaktadır.

Bediüzzaman Said Nursi’nin tarifi ile “her gün tahrip ve tamir içinde çalkalanan bir saray, bir şehir” olarak yaşatılmaktadır. İnsan bir damla sudan yaratılmıştır. Anne karnında görünmezken bir çiğnemlik ete dönüştürülmüş, etten de kemik yaratılmış, kemiğe de et giydirilmiştir. Kıymetsiz, atılıp giden bir şeyden, trilyonlarca hücrelerden teşekkül ettirilmiş bir hayat sahibi varlığa çevrilmiştir.
 
Hayatı anlayabilen, seven, sevilen, hisseden, akleden, acıkan, doyan, uyuyan, uyanan, bunlardan da zevk alabilen, elem duyabilen, ihtiyaçlar ve arzular arasında kıvranan canlı bir varlık olmuştur. “İhtiyaçları ve arzuları ummadığı ve bilmediği ve eli yetişmediği yerden münasip ve layık bir vakitte ona verilmekte, imdadına yetiştirilmektedir. Halbuki o hadsiz maksutların en küçüğüne o insanın kudreti yetişmez, elleri ulaşmaz.” “O insana zehirli bir böcekten bal yediriliyor, gözsüz bir böcekten ipek giydiriliyor. Kandan süt içiriliyor."
 
Uykuları kaçan insan
 
Böyle nazik ve nazenin bir insan etrafında yaşanan bu hikmetli, görerek, şefkatle yapılan faaliyeti “Gayet Kerim, Rahim, Mürebbi, Müdebbir unvanları içinde perde-i gayb arkasında bir Vacibü’l-Vücud’un, bir Vahid-i Ehad’in akla görünmesini” idrak edemezse “Sağır tabiat, kör kuvvet, sersem tesadüf, aciz, camit esbap” içinde zihni boğulacaktır. Kendisine acımayan, merhamet etmeyen bir karmaşa içinde çaresiz çırpınacaktır.

Çünkü hayat her an dağılmaya müsait bir potansiyel taşıyan, ancak kast ve irade ile devam eden bir varlıktır. İnsan çoğu zaman bunların farkında bile olamamaktadır. Dünyasını çok geniş algılamaktadır. Ufak bir sıkıntı ile de çok geniş algıladığı dünyasının çok dar olduğunu fark edip Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Hayalleri uçmakta, uykuları kaçmaktadır.” “O geniş dünyasının, kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz, zamanın ve ömrün berkten, şimşekten daha çabuk geçtiğini, hayatın çaydan daha süratli aktığını” fark etmektedir.
 
Bediüzzaman’ın bu ifadelerinin karşılığını şahsi dünyalarımızda görebildiğimiz gibi hastane koridorlarında ümitsiz bekleyişlerde, hapishane duvarlarında, mezarlık taşlarında, meyhane türkülerinde, kısacası hayatın her sahasında acı olarak, gam ve keder olarak, hastalık ve sakatlıklar olarak görmekteyiz .
 
Bediüzzaman, insan tarifini hakikat üzere kurmuştur. Felsefenin rastlantısallık üzerine kurduğu ve şahsında bir güç zannı verdiği insanın sebepler dünyasında boğulan ruhunu, “her şeyin anahtarı yanında, her şeyin dizgini elinde, her yerde hazır, mekandan münezzeh” bir kudrete bağlayarak tedavisini gösterir. Yani insanın en çok ihtiyaç duyduğu, ruhuna ve duygularına denge oluşturan dayanak noktası ve yardım isteme noktasını öğretir.

Nokta-i istinadını ve nokta-i istimdadını hisseden bir hasta bilir ki “her şeyin dizgini elinde, her şeyin anahtarı yanında bir Rabbi var. Yıldızlar O’nun emri ile döndüğü gibi vücudundaki her bir atom, her bir molekül O’nun emri, bilgisi, izni dahilinde iş yapıyor. Yıldızlar büyüklüğüne güvenip kudretten kaçamadığı gibi mikroplar da küçüklüğü ile O’ndan gizlenemez. DNA’sında her gün oluşan binlerce tahrip ve tamir O’nun görüp bilmesi dahilinde oluyor.”
 
Bu öğretiye ulaşmış bir hastanın, “Ben böyle yaparsam Sen şöyle yapar mısın?” diye Rabbini imtihan eder gibi su-i edep bir tavra girmediği ve kainattaki emredilen kanunlarına uyduğu sürece “dünya bomba olup patlasa onu korkutmaz”. Hiçbir hastalıktan paniklemez. Hastalıklarını sükunetle karşılar, hastalıkları ne kadar ağır da olsa daha rahat seyreder. Bunu pratik hayatta fazlasıyla görmekteyiz. Hasta mütevekkil oldukça işleri rahat olmakta, korku ve panik içindeki hastanın da her aşamadaki seyri müşkülleşmektedir.
 
Bediüzzaman’ın insanı bir seyyaha veya askere, dünyayı da karşısına çıkabilecek tehlikelerle dolu bir çöle veya harp meydanına benzettiğini görmekteyiz. Çöl ve harp meydanlarında silahsız ve kimliksiz bir insan ile güçlü bir devlete ait kimlik ile her düşmanı alt ve mağlup edecek devlet malı silah taşıyan bir askeri kıyaslayarak gündelik hayata örnekler sunar. 
 
Silahsız ve tedariksiz tehlikelerle dolu bir yolda giden insanın her hadisede duyacağı korku ve titremelerini günlük hayatta korku ve kaygı ile hayatı kendine zehir eden tablolar olarak görüyoruz. Allah’a kuvvetli bir iman ile bunun yaşanan hayata aktarımı olan ibadet ve takva her düşmanı alt ve mağlup edecek, silah gibi her hadiseyi korkusuz karşılayacak cesareti insana ve hastaya kazandırır.
 
Koca yıldızları ve zerreleri beraber çeviren, bebeğe aczi, anneye şefkati yükleyen, pirenin midesi ile güneş sistemini birlikte tanzim eden, güneşi çamurla karıştırıp bize rızık gönderen kudreti tanımak, O’na tevekkül etmek ve teslim olmakla kalplerin mutmain olacağını ders verir.
 
Hastalar Risalesi’nin dersleri
 
Bediüzzaman’ın bulunduğu her konumdan hakikate ulaştıran yaklaşımını hastalıklar konusunda da görmekteyiz. Bediüzzaman, maddi-hakiki hastalık dediği kısmı hekimlere ve onların tedbirlerine bırakarak vehmi hastalıklar dediği, habbeyi kubbe yaparak hastalığını gözünde büyüterek korkusunda boğulan insanlardaki vehmi ortadan kaldıracak tedbirler söyler.
 
Ayrıca maddi hastalığın ağırlığındaki ümitsiz bir hastaya bir tesellinin bazen bin ilaçtan daha faydalı olduğunu; tabiatçılık içinde bulanmış zihniyetin o çaresiz hastanın şiddetli ümitsizliğine bir zulmet daha katacağını hatırlatır. Ayrıca merak ve vehim vasıtasıyla her türlü hastalığın başlangıcını tetikleyen ve başlayan hastalıkların seyrini komplike hale getiren vehim ve stres faktörünü ortadan kaldıran çareler sunar.

Aşırı merakla hastalığının algısını arttıran seyrini ağırlaştıran hastalara tedbirden sonraki merakın zararlarını anlatır. Sebepler dairesi ile itikat dairesini karıştırmaz. On Dördüncü Deva’da olduğu gibi duayı, göz doktorunun gözünü açmasını, tekrar gözün kapanmasının ardından kişinin vefatını bütün olarak değerlendirir. İnsana da zaman seylinin satırları arasında sıkışıp kalmamayı, gözünü yolundan ayırmamayı anlatır.
 
Bediüzzaman, Hastalar Risalesi’nde ayet ve hadislerden yola çıkarak pek çok tespitlerde bulunur. Bu tespitlerden bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
 
1. Ömür bir sermayedir, gidiyor. Meyvesi bulunmazsa zayi olur. Hastalık sermayeyi meyvedar ediyor.
 
2. Hastalıkla geçen zaman ibadetle geçen bir zaman dilimidir. Kişi halis, riyasız, manevi bir ibadete kavuşur.
 
3. Hastalık ömür sermayesinin kıymetini hatırlatan “hiç aldatmaz bir nasih ve ikaz edici bir mürşittir.”
 
4. Bu vücut, aza ve cihazatları senin değildir, sen yapmadın, satın almadın. Mülk başkasınındır, O da mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Hayatı da ölümü de O yaratır.
 
5. Hastalık gafletle gelişen, bedensel yani hayvani heveslerden kurtuluş açısından bazılarına Rahmani bir hediyedir. Gençlik sarhoşluğu ve tehlikelerinden koruyucudur.
 
6. Elem ve musibetler geçicidir. Elem ve musibetler ruhta bir lezzet bırakır. Vücudun taştan demirden değildir, daima ayrılmaya müsait muhtelif maddelerden terkip edilmiştir. Gururu bırak, aczini anla.
 
7. Her şey zıddıyla bilinir. Karanlık-ışık, soğuk-sıcak, her şeyin kıymetini zıddı kıymetlendiriyor.
 
8. Ayrıca hastalıklar insan ile alakalı ilimlerin sırlarını öğrenmeye ihtiyaçtan doğan bir kamçı oluyor.
 
9. Günahlar hayat-ı ebediyede daimi hastalıklardır; bu dünya hayatında dahi kalp, ruh, vicdan için manevi hastalıklardır.
 
10. Hastalıktaki korku ölüm korkusundandır. Ölümün mahiyetini anlamakla korku tedavi edilir. Ecel birdir, değişmez. Ölüm ehl-i iman için rahmet kapısıdır.
 
11. Merak hastalığı ikileştirir. Maddi hastalık altında merak ile manevi bir hastalık gelişir, maddi hastalık ona dayanarak devam eder. Merakın ilacı hikmetini bilmektir.
 
12. “Sabır kuvvetindir; geçen günler geçmiş, gelecek günler gelmemiş, hastalığını bulunduğun saat bil“ diyerek her meşakkate, her musibete mukabil gelebileceğini öğretir.
 
13. Hastalıklar toplumdaki hürmet ve merhameti telkin eder. İnsanı vahşet ve merhametsizliğe sevk eden istiğnadan kurtarır. Hastalık zamanında şefkat, merhamet ve acımaktan gelen lezzetler anlaşılır.
 
14. Tahavvülde ve harekette ve ayrı ayrı tavırlar içinde yuvarlanmakta olan bir hayat, kıymetini ihsas ediyor, ömrün ehemmiyetini ve lezzetini bildiriyor. Meşakkatte ve musibette dahi olsa, ömrün geçmesini istemiyor. Yeknesak istirahat, sükut, sükunet, tevakkuf gibi haletler, ademe, hiçliğe yakınlığı içindir ki, ademdeki karanlığı ihsas edip sıkıntı veriyor. Hareket ve tahavvül ise, vücuttur, vücudu ihsas eder.
 
15. Ekser hastalıklar su-i istimalattan, perhizsizlikten ve israftan ve hatiattan ve sefahetten ve dikkatsizlikten geliyor. 
 
16. Gayet nafi ve her derde deva ve hakiki lezzetli kudsi bir tiryak isterseniz, imanınızı inkişaf ettiriniz.
 
Bu maddenin çok önemli olduğunu pratik hayatta yaşamaktayız. İman inkişaf ettikçe hastalıklara karşı direnç artmaktadır. Yani, tevbe ve istiğfar ile ve namaz ve ubudiyetle, o tiryak-ı kudsi olan imanı ve imandan gelen ilacı istimal ediniz. İman ilacı ise, feraizi mümkün oldukça yerine getirmekle tesirini gösteriyor. Gaflet ve sefahet ve hevesat-ı nefsaniye ve lehviyat-ı gayr-ı meşrua, o tiryakın tesirini men eder. 
 
Üstad’ın bize ulaştırdığı formüllerin şifresinin “Hayatın iman ile hayatlandırılması, zinetlendirilip korunması” olduğunu anlıyoruz. İman ilacının istimali bundan ibarettir.
 
Kısacası Risale-i Nur her bir cümlesi çok büyük hakikatleri taşımaktadır. Her cümlesi bir formül gibidir. O formüllerin hayata aktarılması için ne kadar gayret edilse az kalır.