Evet, Avcı Taburlarının başlattığı isyan dalga dalga büyüyor İstanbul halkı Yıldız Sarayına doğru akıyordu. İttihat ve Terakki taraftarları müstesna, Cemiyete muhalif ne kadar unsur varsa hepsi sokaklardaydı.
Dillerde ise tek bir cümle: Şeriat isteriz!
Abdülhamit Sarayın penceresinden toplanan halka hitap eder. “Merak etmeyin Şeriat yürürlüktedir, müsterih olun” der ve ahali dağılır.
Durumdan haberdar olan Selanik, bitmiş olan isyanı bastırmak(!) için İstanbul’a doğru yola çıkar. Gelen Ordu’nun ismi “Hareket Ordusu”dur, isim babası da Mustafa Kemal.
Gelişmeleri bahane eden Hareket ordusu İstanbul’u işgal eder, zorla Padişahın hal’i için fetva alır ve nihayetinde Abdülhamit dönemine son verir.
Kemalist ve laik kesim buradan hareketle kendilerine tarihten bir istinatgâh ve meşruiyet zemini bulmaya çalışırlar. ‘31 Mart ayaklanması ile irtica meclise ve anayasaya tam kast etmişti ki, Ordu yetişerek onların bu menfur amaçlarına ulaşmalarını engellemiş ve meşrutiyeti korumuştur’ demeye getirir. Buradan amaç kendilerine pay biçmektir.
Delilleri de hazırdır: Yaşasın Şeriat. Oysa düşünmezler ki ne Meşruti idare kendisini “laik” olarak tanımlamış ve ne de Şeriat hakkında en ufak bir olumsuz gelişme yaşanmıştır.
Peki, o zaman ahali neden “yaşasın şeriat” haykırışlarıyla yürümüştür? Daha açık ifade ile “şeriat” ile talep edilen istem, kast edilen murat nedir?
Necmettin Alkan “Selanik İstanbul’a Karşı” kitabında bu meyanda Süleyman Şefik Paşa ve Stokolm Sefiri Şerif Paşa’nın ifadelerini aktarır:
Süleyman Şefik Paşa hatıratında olayı şöyle izah eder:
“Şeriat kelimesinden maksat adalet demek idi. Eğer bu ayaklanan tabur ve kendilerine iltihak ettirdikleri bütün İstanbul kuvvetleri Meşrutiyet’in aleyhinde olsalar idi birinci iş Meclis-i Mebûsan’ı yakar yıkar idi. Halbuki bunlar bilakis Meclis-i Mebûsan önünde toplanarak, meclise girerek şeriat yani adalet istediklerini ve İttihad eşkıyasının hükümetine nihayet verilmesini talep ettiler ve bütün İstanbul da bu askere iltihak etmiş idi” (Alkan, sf: 330)
Şerif Paşa’da aynı doğrultuda “Şeriat” kavramı ile kast edilen hususa açıklık getirir:
“ O asker nazarında adalet, hürriyet, meşrutiyet, hâsılı her Ahrârane emel şeriatte mündemiçtir” (Alkan sf: 331)
Gerçekten de 31 Mart vakıasında isyancılar ne anayasa ve nede meclis aleyhine hiçbir gösteride bulunmamışlardır. Tek hedefleri İttihatçı hükümetin uyguladığı baskıcı, hak ve adalet gözetmeyen hükümeti adalet çizgilerine doğru çekmektir.
Tıpkı Meşrutiyet’in ilanından önce İttihat ve Terakki Cemiyetinin Abdülhamit aleyhine yürüttükleri faaliyetlerde istibdada karşı çıkmaları gibi! Onlar nasıl “hürriyet” “anayasa” gibi tanımlarla baskıya karşı çıkmışlarsa, şimdide ahali onların müsebbibi olduğu baskıcı idareye karşı isyan ediyor ve ederken de muradını “şeriat”  kelimesi ile ifade ediyordu.
Bu son derece normaldi. Çünkü her kültür havzası kendi kavramlarını oluşturur. Bir kültürün mensupları da meramlarını, o kültüre mahsus terimlerle ifade ederler. Osmanlıda geleneksel olan “seyfiye”,”ilmiye” ve “kalemiye” sınıfları çözülürken yerlerini yeni eğitim kurumlarından yetişen “subay”,”bürokrat” ve “aydın” almıştır. Yeni zümreler modern dolayısıyla Batı’lı kültürün çekim alanına dâhildiler. Erler ve halk ise geleneğin dili ile konuşuyorlardı.
Aslında her iki kesim de istibdada karşı başkaldırıyı ifade ediyordu. İttihat ve Terakki Cemiyetinin Hürriyet ve anayasa ile anlatmak istediği ile halkın “şeriat” ile anlatmak istedikleri aynı idi.
Peki, ‘madem öyle ne değişir, birinin yerine diğeri pekâlâ kullanılabilir bir mahsuru yok’ denilebilir mi?
Denilemez çünkü kavramlar masum değildir. Alındıkları kültür havzasının temel kabullerinin rengini ve kokusunu üzerlerinde taşırlar.
Mesela “anayasa” ve “hürriyet” gibi kavramlar seküler bir içerik taşırken “şeriat” referans olarak dini göstermektedir.
“Aralarında fark yoktur” demenin abesliğini zikretmenin gereği dahi yoktur, sanırım. Ama farkı belirgin kılmakta yarar var: Şerif Paşa’dan yapılan alıntıda “Ahrârane” kelimesi hür olana yakışır anlamına gelir; insana karşı hürriyet, Allah’a karşı ubudiyeti intaç eder.