Televizyon ekranlarında çok sık olarak karşılaştığımız bazı programlar var. Ramazan ayı değil diğer aylarda da olmaması gereken programlar bunlar. Yemek programlarını kastediyorum.

Ramazan geldiği zaman iftarda ve sahurda nelerin yenilip nelerin yenilmeyeceğini anlatıyorlar. Geçen sene rastladığım bir dini kanalda öyle bir iftar sofrası hazırlamışlar ki en az on veya on beş çeşit yemek var. Sanırsınız ki birkaç fakir aileye iftar açtırılacak. Ama durum hiç de öyle değil. İftar ne ile açılmalı, su nerede ve ne zaman ne kadar içilmeli, ne kadar tatlı yenilmeli ve daha neler neler.

İnsan ister istemez oruç mu tutuyoruz? Yoksa dengeli beslenmeyi mi öğreniyoruz? Ya da böyle her şeyiyle mükellef bir sofrayı ülkemizde kaç kişi iftar anında önünde hazır bulabiliyor? Sorularını sormadan edemiyor.

Özellikle bazı yemek programları insanların iştahını öyle seviyelere taşıyor ki dört gözle orada hazırlanan yemeklerin akşam evde iftar sofrasında hazır olmasını insan kafasında tasarlıyor.

Eğitime tabi tutulduğumuz bu ayda yapılan yemek tarifleriyle iftarda ne yiyeceğimizi mi düşünmeli yoksa açlığın vermiş olduğu duyguları mı yaşamalıyız? Bana göre doğru seçenek ikincisi.

Oruç empati(kişinin kendini bir başka insanın yerine koyması) yapmanın en güzel yollarından biri değil mi? Özellikle Afrika söz konusu olduğu zaman aklımıza ya belgesel kanalları gelir ya da açlık, yokluk, susuzluk, geri kalmışlık, sömürülmüşlük. Afrika’nın gündemimize gelmesi için orucun iyi bir fırsat olduğunu unutmayalım. Beğenmemezlik ve şükürden yoksun yetişen yeni nesillerin gündemlerine yoksulluğu da almaları gerekiyor.

Eğitimde en temel ilkelerden biri çift yönlü eğitimin olmasıdır. Yani sadece iyiyi değil, iyinin iyi olduğunun bilinebilmesi ve değerli olduğunun anlaşılabilmesi için kötünün de ne olduğunun anlatılıp öğretilmesi gerekir. Günümüzün eğitim sistemlerinde sadece maddi, somut bir karşılığı olan ‘doğru’ diye tercih edilip öğretiliyor. Tabii bu ‘doğru’ kavramı tartışılır. Çünkü herkesin doğru kavramı farklı olabilir. Biz Müslümanların doğru kavramına yüklediğimiz anlam sadece bu dünyaya ait değil aynı zamanda ahiret hayatında getirisi çok olan ‘manevi’ bilgilerdir. Ancak günümüz insanı, sadece maddi karşılığı olan bilgiden geçen birey, yanlışın ne olduğunu bilmeden büyüdüğü için ileride yanlışla karşılaşınca mücadele etmiyor. Yani yokluğu veya zoru görmeden büyüyen insan işte budur.

Bu kimse ya kendine ait bir dünya kurup bireysel bir hayatı tercih ediyor, sadece kendi çıkarlarını düşünen bencil, menfaatçi bir insan oluyor, ya da hiçbir yanlışı düzeltmek için taşın altına elini sokmuyor. Yanlışı düzeltme konusunda gayret edenlerle birlikte çalışmıyor, tam tersine bunlara köstek oluyor, çünkü rahatı bozuluyor.

Böyle bir eğitim açıkçası Kur’an’ın eğitim anlayışına aykırıdır. Kur’an sadece bir konuyla bilgi vermez, bunun zıddını da verir ki kişi bunlardan istediğini tercih etsin. Kur’an’ın eğitim mantığı çift yönlü olduğu için her iki konuda da bilgilenmiş olur. Bunlardan istediğini seçmek kişiye aittir. Melek- Şeytan, Gece-Gündüz, Dünya-Ahiret, İyi-Kötü, Mümin-Kâfir, Adalet-Zulüm, Merhamet- İşkence gibi konular birlikte zikredilir ki birinin değeri diğerinin varlığı ile anlaşılır. Müslüman bilgiye hesabı sorulacak emanet olarak baktığı için öğrendiğini stok etmez, dağıtır.

Kur’an geçmiş dönemlerde toplumun önde gelenleri, yöneticiler ve zenginlik ve servetlerine güvenen insanları nasıl helak ettiğini bizlere haber verir. Bunun içinde “mel’e” (toplumun ileri gelenleri) ve “mütref”(zenginlikten dolayı şımaran insanlar) kavramlarını kullanır. Bu insanlar kendilerine emanet olarak verilenleri iyi yolda kullanmak yerine sahip olmaya dönüştürdükleri için yoldan sapmışlardır. Allah bunları bizlere anlatırken ‘kazandıklarınızı kalıcı hale getirmek istiyorsanız ahirete yatırım yapın’ fikrini hatırlatmaktadır.

Varlıktan ötürü şımaran, düşünce ve hayal dünyasında yokluk nedir bilmeyen insanların gündemlerine başta Afrika olmak üzere pek çok ülkeyi hatırlatmak gerekiyor. Günümüzde rahat ve konforlu bir yaşamım olsun diye fakirliği lugatlarından çıkaran bir topluma dönüştük. Dünya hayatını mutlaklaştırma gibi bir hastalığa yakalandık. Kazandıklarımızın altında ezilmeye başladık. Maddiyata esir olduk.

Bir zamanlar gözünü budaktan sakınmayan Müslümanlar ‘mücahit’likten uzaklaştılar ve neredeyse her şeyi yapmaya ‘müsait’ hale geldiler. Sorumluluklarımız hatırlatıldığında hep mazeretler ürettik, erteledik, kaçtık, zamanım yok dedik, henüz ortam müsait değil, benim işim çok bir başkası yapsın dedik. Çözüm üretmek yerine özürler ürettik.

İslam tarihine “zorluk seferi” olarak geçen Tebük seferine katılmak istemeyen ‘hasat mevsimi geldi’, ‘bu yaz ayında sıcaklar kavururken sefere mi çıkılır ’diyen münafıkları hatırlayın. Bunlardan bir farkımız olmalı değil mi? Gönülsüz davranışlarımız, yapmacık hareketlerimiz, ilinti gibi üzerimizde duran sorumluluklarımız, önemsemeyişlerimiz, ağırdan alışlarımız, geçiştirmelerimiz, gevşekliğimiz bu ifadeleri söyleyenlere benzemiyor mu? Üzerimize adeta ölü toprağı serpildi. Bari bu mübarek Ramazan ayında bir şeyler yapalım ve kaliteli insanlar olduğumuzu ispatlayalım.

Açıkçası çok fazla bir şey yapmaya gerek yok. Kendimizi ikna edelim. Yaşanan olayların içinde ‘bende varım’ diyebilelim. Allah’ın Müslüman mahallesine emanet olarak bıraktığı ‘yetimlerin ve yoksulların’ elinden tutup kaldıralım. Fakirlerin sofralarından haberdar olalım. Düşmüş olanı ayağa kaldırıp, ihtiyaç sahibine çare olalım. İyilik yapacak imkân ve fırsat varken bunları değerlendirelim.

Yazımızın başında geçen iftara ne pişirelim türünden programlarda anlatılan ‘ah bir iftar olsa da orucumu açsam’ anlayışıyla oruç tutma mantığından vazgeçip, aklı ve ruhu besleyen bunları harekete geçiren bir anlayışla oruç tutan aktif insanlar olalım. Kısacası merhamet ayarlarımızı yeniden gözden geçirelim. Selam ve dua ile…