Ünlü Fransız düşünür Jean Paul Sartre “özgürlük kaderimizdir” der. Ne kadar haklı ve insanın içini ne denli ürperten bir cümle!
    Gerçekten de biz gözümüzü açtık ve kendimizi özgürlük ortamında bulduk. Hâlbuki güneş, ay, arı, ağaç veya taş. Onlar özgür değil. O ne demişse, tabiatlarına ne zerk edilmişse onu yapıyorlar.
    Mesela iki hidrojen ve bir oksijen atomu birleşince hep “su” meydana geliyor. Dünya hep güneşin etrafında, ay ise dünyanın etrafında dönüyor. Arı hep bal yapıyor, elma ağacının meyvesi hep elma oluyor.


    Ayette de belirtildiği gibi onlar emaneti/özgürlüğü kabulden kaçınmışlar. Doğaları icabı imkânsızı reddetmişler. Ya insanoğlu? Doğası gereği imkânsız olmayıp mümkün olan özgürlüğü kabul etmiş.
    Daha doğrusu kendisine sorulmadan doğasındaki mündemiç özgürlük ile dünyaya gelmiş…
    Gel de kadere inanma!


    İşte Bediüzzaman otuzuncu sözde aynen şöyle bir cümle kullanır:
    “Âlemin miftahı elindedir ve insanın nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zahiren açık görünürken hakikaten kapalıdır”
    Yani: Üstad evvela Kâinatın anahtarının insanın elinde olduğunu ve nefsine takıldığını söylemektedir. Bu nedir? İnsanın elinde anahtarla dünyaya gelmesinin anlamı nedir?


    Demek ki insan kâinatın kapılarını açmaya memur bir varlık. Aksi halde miftah yani anahtar neden ona verilsin ki?
    Lakin burada önemli bir ince ayrım vardır. Anahtar insana verilirken nefsine takılı olarak gönderilmiştir.


    Yani: İnsan “şahit” olmaya memur gönderilmiş. Bunun içinde bir anahtarı sahip. Gel gör ki bu anahtar onun en hassas yerine yani nefsine monte edilmiş.
    Anahtarla ne yapacak? Açacak. Neyi? Kâinatın kapılarını.


    İşte insan olmanın önemi ve şerefi kadar, zorluğu da burada saklı! Eşref-i mahlûk olarak “şahit” olmakla memur ve sorumlusun, bu konuda sana kapıları açasın diye anahtar da verilmiş. Ama bu anahtar, senin en büyük handikabın da aynı zamanda.


    Zira bu anahtar senin Ene’n; Enaniyetin… Kısacası sen bu kapıları sahibi olarak bulunduğun “Ben” vasıtasıyla açabileceksin ancak…


    Peki ya o kâinatın kapıları? Üstad burada da önemli bir tenbih de bulur: Kâinatın kapıları sana zahirde açık gibi görünürse de aslında kapalıdır.


    El-Hâc Molla Muhammed Ali Doğan Şerhinde bu konuya şöyle bir açıklık getiriyor:
    “Zahiren açık görünür demekle, doğum ve ölüm ve âlemdeki bütün hadiseler zahiren göründüğü gibi düşünülür demek istiyor.”
    Demek ister ki: zahire bakıp “oluş” der işin içinden sıyrılırsın ama hakikatte çok aldanırsın.
    
    Tıpkı Nietzsche gibi…


    Tıpkı bizlerin kulağına, ‘nereden geldin, ne için varsın ve nereye gidiyorsun?’ gibi soruları “sakın sorma sen bizlerin çizdiği ilkelere bak” diye uğursuzca fısıldayan ideoloji jandarmaları gibi.


    Ölüm mü? Ölüm yok olmaktır! “İşte bak bir kabir kazdılar. Derinliği eni boyu belli bir çukur! Görünen bu; bu bir kör kuyu; yok olmanın kuyusu” diyen materyalistler gibi… Peki ya hakikat öyle değilse… Ya o kapı göründüğünün ötesinde bir anlam taşıyorsa… Ya o çukur ebedi âleme açılan bir kapı ise!
    Tıpkı doğumun bu dünyaya açılan bir kapı olduğu gibi!


    Tekrar Üstada dönelim:
    “Cenâb-ı Hak, emânet cihetiyle insana ene namıyla öyle bir miftah vermiş ki; âlemin bütün kapılarını açar ve öyle tılsımlı bir enâniyyet vermiş ki, Hâllak’ı Kâinatın künûz’i mahfiyyesini onun ile keşfeder. Fakat ene, kendiside gayet, muğlâk bir muamma ve açılması müşkil bir tılsımdır. Eğer onun hakiki mâhiyyeti ve sırr-ı hılkati bilinse; kendisi açıldığı gibi kâinat dahi açılır”


    Demek ki ene bir anahtardır. Bu anahtar gizli ve kapalı olan üç kapıyı açar. Başka bir ifadeyle peşi sıra açılacak üç kapı var.
    İlk kapı bizzat kendisidir. Zira Ene son derece kapalı ve zor bir muammadır. Ene hakiki mahiyeti ve yaratılış sırrını bilirse önce kendisini fehmeder.


    Yaratılış sırrı nedir? Açmak.  Neyi açacak? Evvela kendisini. Açarsa, akabinde varlığın hakikatini de açmaya başlayacak. Ya açamazsa? O zaman küfür için de kaybolacak. Küfür: Örtmek demek… Küfre düşmek: Evvela kendini örtmen, kendine kapanman kendini kendinde hapsetmen…
    Evvela kendi sırrına vakıf olamaman!
    Sonrada eşyanın hakikatini örtmen!
    Daha da açıkçası kendini kandırman!

    Kendini açtıktan sonra da sıra Âleme gelecek… Peki, Âlemin kapıları da açıldı diyelim. O Ene o kapılardan geçerek neye muttali olacak?
    Üstad “Hâllak’ı Kâinatın künûz’i mahfiyyesi” diyor. Kâinatın yaratıcısının gizli hazineleri… Gizli hazine hükmünde olan isimler; İlahi isimler.


    Başımızın püsküllü belası özgürlüğe halen gelemedik, değil mi?