Erdoğan bana mesleğinden örnekler vermeye başladı. Çalışma hayatı boyunca arazide uzunca süreler bulunmuş ve jeolojik araştırmalar yapmıştı. O konuşurken tabiata olan hayranlığının farkına vardım.

            “Abi bir çakıl taşını kır ve mikroskopla incele. Onun ilk anından beri geçirmiş olduğu bütün aşamaları rahatça görebilirsin, sonra o taşın içinde nakşedilmiş olan muazzam geometrik şekiller ile bin bir renkten oluşan kristaller cümbüşünü seyretmeye doyum olmadığını hemen anlarsın”

            Dostum böylece güzelliğe olan tutkusunu itiraf ediyordu. Güzellikleri görmek ve güzelliği sevebilmek… Bu da Allah’ın bir lütfu olsa gerekti… Oysa insanlar bir koşturmaca içinde ömürlerini geçiriyor ve içinde yaşadıkları, onları çepeçevre kuşatan mevcudatın güzelliğini göremiyor ve o muazzamlığa şahitlik edemiyorlardı.

            Gerçekten de üzülünmesi gereken bir bedbahtlıktı bu…

            Konunun buradan Bediüzzaman’a geçmesi hiç zor değildi artık. Erdoğan, Eğirdir Barla’ da üstadın ağaç üzerindeki makamından tabiatı seyretmesini, dağda kırlarda gezerken eserlerini yazdırmasını daha da iyi anladığını belirttikten sonra:

            “Abi biliyor musun, yıllardır Isparta’da kaldım da bir kez olsun Barla’yı gidip de görmedim?” dedi.

            Görmüş olduğu bir rüya ve yaşadığı şahsi bir deneyimden sonra üstadın kitaplarını okumaya başlayan dostum Barla’ya hususi gelip üstadın yaşadığı yerleri gezip görmüş.

            Bende Erdoğan’a üstadı kendisi gibi çok geç tanıdığımı söyleyip bunun sebebini sordum. Cevabı son derece yalın ve bir o kadarda anlamlıydı.

            En azından benim için öyleydi.

            “Üstadı ne eleştirenlerin ne de methedenlerin söyledikleri incir çekirdeğini doldurmuyor da ondan”

            Aşk olsun!

            Ben eleştirenlerin özellikle “bana yazdırıldı” cümlesine dayandıklarını hatırlatıp bu konuda ne düşündüğünü, kendisine sordum.

            “Ben mi yazdım desin? Üstad orada haşa vahiy aldığını ima etmiyor! Sadece ‘Ben’ini aradan çekiyor. Her şeyi O’ndan biliyor… Hem bu bir hal meselesi, o hali yaşamayanlar, o hali makam kılanların lisanından anlayamazlar”

            Bu cevaplar karşısında ne denilebilir, şapka çıkarmaktan başka ne yapılabilirdi ki? Dostum haklıydı: Üstadı eleştirenler son derece kifayetsiz argümanlara sarılıyor, üstelik konuşulan konu ile alakalı olup olmadığına bakılmaksızın sadece eleştirmek için eleştiriyorlardı.

            Peki ya onu methedenler? Doğrusu bu konuda da dostum haklıydı. Zira bir teyp gibi onun dediklerini tekrar etmekten öte bir şey söylemiyorlardı.

            Tamam, yapıyorlardı, müesseseler kuruyorlardı, lakin söylemiyorlardı… Üstadın söylediklerini açan ondan hareketle yepyeni şeyler söyleyen, insanlığa cilt cilt eserler kazandıran ciddi çalışmalar yapmıyorlardı.

            Oysa risalelerden hareketle günümüz insanlığına söylenebilecek çok şeyin olduğu kendisini zahmetsizce ele veriyordu.

            Demek ki söylemenin zahmeti, yapmanın zahmetine göre daha külfetli geliyordu yahut da gereksiz.

            Zira durumun başka bir mantıki izahı bulunmuyordu.

            Evet, her şeyin bir sonu vardı. Sonunda bu dostumla yaptığım, yaparken de ruhumla dinlendiğim sohbet sona ermişti.

            İkimizde vedalaşma anında, daha sık görüşmek dileklerimizi birbirimize iletirken, diğerimizin samimiyetini içimizde hissediyorduk.

Not:  Yayımlanan “Ateş ve Kadın” romanım nedeniyle

          Büroma gelerek veya telefonla arayarak ve mail

          Göndermek suretiyle beni arayıp tebrik eden dostlarıma

             en derin teşekkürlerimi sunuyor ve Hepinizden

            Allah Razı Olsun diyorum.