KURTLAR KUŞLAR BİLE ORUÇ TUTUYOR

   Babaannem durmadan söyleniyordu: “Bugün kurtlar kuşlar bile oruç tutuyor.” Sürekli zırladığımı hatırlıyorum; acıktım diye, orucumu bozacağım diye; hem de onca telaşın arasında.

      Arefe Günü (belki doğrusu Arife ama biz Arefe günü derdik. Hala öyle demekteyiz) kurtların ve kuşların bile oruç tuttuğuna inanırdık. Güzel bir inançtı; Arefe’ye ayrı bir kutsallık atfeden, biz çocuklara bayrama oruçlu girmeyi öğütleyen, hazırlık telaşının arasında bir şeyleri hatırlatıveren kadim kültürün hikmetli bir bakışıydı.

      Bir yığın kadın ve pişmeyi bekleyen ‘nokul’ sinileri ile baklava, ‘sarı burma’ tepsilerini hatırlıyorum. Evimizde oldukça büyük, ‘miniyetlerle’ omzumuzda taşıdığımız günlere mahsus, 12–13 ekmek alabilen, 5–6 tepsi sığacak büyüklükte taş fırınımız vardı. Arefe günleri sokağımızdaki tüm kadınlar bayramlıklarını pişirmeye bize gelirlerdi. O gün fırın daha bir kuvvetli yakılır, pişirme işlemi daha bir özenle izlenirdi; konu komşuya mahcup olunmamalıydı ve konu komşu ‘nokul’suz ve tatlısız kalmamalıydı. Elektrikli fırınlar evlerimize henüz girmemişti ve bu işlem safi komşuluk hukukuyla, hayır duygusu ile ilgili bir şeydi.

        Bayrama hazırdık artık. Babamızın bütçesinin el verdiğince yeni elbiselerimiz ve yeni pabuçlarımız alınmış, şeker tedarik edilmiş, bayramın olmazsa olmazlarından ‘nokul’ pişmiş, tatlıların şerbeti dökülmüştü. Bayram sabahı önceleri babamızın elini tutarak ağaç tavanlı hafif yeşile çalan bir renge boyanmış camimize giderdim. Sonraları kendim kalkıp gidecektim; ağaç tavanı ve yeşile çalan bir renkle boyanmış camimizin yerine yeniden inşa edilen kubbeli dışı taş döşemeli camimize. Dedem imamdı ve babaannemle annem diğer bazı kadınlarla birlikte görev yaptığı camiyi bayram öncesi temizlemeye giderdi. Bayram sabahı dedemin camisinde, sabah namazı ile bayram namazı arasında illa Tahir Büyükkörükçü’nün vaazı dinlenirdi. Tahir hoca Burdur müftüsü idi ve iyi hatipti. Elimize Grundig TK100 marka, makaralı vaaz bandı takılmış ve kullanıma hazır hale getirilmiş teybi alır, güç bela camiye kadar taşırdık. Henüz kasetler yoktu, CD ise icat edilmemişti. Teyp dediğimiz alet de yaklaşık 10 kilo civarındaydı. Şükür; çünkü tam iki yıl önce bu vaazları dinlemek için İsviçre’ye saat firmasının promosyonu ile (bu kelimeyle o gün henüz tanışmamıştık) giden Saatçi Raşit Amca’nın teybini ödünç alan babam omzunda onu taşıyabilmek için kan ter içinde kalmıştı: Sanırım yaklaşık 25–30 kilo civarında bir aletti.

        Namaz kılınmış, evlere dönülmüştür. Evde oturup hep beraber kahvaltı yapılacak, büyüklerin elleri öpülecek, harçlıklar alınacaktı. İşin en keyif verici kısmı galiba burasıydı. Erkekler durumuna ve yakınlık derecesine göre az veya çok bir harçlık verirken kadınlar da boş geçmez, mendil türü küçük hediyeler verirlerdi. Kumaş mendillerimiz vardı, okulda mendil ve tırnak kontrolünün yapıldığı günlerdi ve kağıt mendil hayatımıza henüz girmemişti. Yabancı yerlerde harçlıkları almamak için nazlanmak edeptendi ve bir taraftan nazlanırken bir taraftan vazgeçmesin isterdik. Çocukluk işte. Bugün de öyle değil miyiz? İsteklerimizle toplumsal rollerimizin çatıştığı anlarda kimsenin olmadığı veya görmediği yerde olmayı arzu etmekte değil miyiz?

        Birkaç yıl önce tam bir toplumsal duyarlılık örneği olarak sunabileceğimiz ama firmanın hâsılat artırmak için duygusal sömürü yaptığı iddia edilen, çok beğendiğim bir reklâm filmi vardı: İki yaşlı; anne ile baba çocuklarını bekliyorlar. Pencere önünden bakışları, her zil çalışta yerlerinden fırlayıp umutla kapıyı açışları müthiş karelerdi. Bu kareleri hiç yaşamadım ve hiç yaşamadık. Dedemlerle otururken oğulları her bayram hem de erkenden ebeveynlerinin ellerini öpmeye geldiler. Anne ve babamla kaldığımızda ablalarım, evlendikten sonra biz hep erkenden ziyaret ettik. Şimdi sıra bizde. Değişen toplumsal yapı hepimizi hangi yöne yönlendirecek bilmiyorum.  Her biri bir yöne savrulan çocuklarımız ziyaretimize gelebilecekler mi bilemiyorum. Ama dünyada şunu öğrendim: kimseye ağırlık olmadan, mihnetsiz bir şekilde, hiçbir beklenti içerisine girmeden yaşamak; işte huzurun kendisi.

           İki amcam ve çocukları geldikten kahveler içilip, hatırlar sorulup, gönüller ihya edildikten sonra bayram gezmesine başlanırdı. Büyük bir kısmı birinci gün bitmeliydi. Yan komşumuzdan; yani büyük amcamın kayınvalidesinden başlanır, belirli bir sıra takip edilerek Keçeci mahallesindeki babaannemin kardeşlerine yani babamların dayısına ve teyzesine kadar gidilirdi. Gazi Kemal Mahallesi’nin konak tarzı evleri, Sümerbank’ın eski fabrikasının önünden çıkan Uzun Yol, İnce Sokak Başı’nın başlarını sokağa uzatmış mekânları bugün bile gezindiğim ve her gün yok olup gidişini izleyerek hüzünlendiğim yerlerdir. Geçip gittiğimiz yerlerde kapısı iple bağlı bir eve rastlamazdık. Belli ki herkes evdedir ve bir ziyaretçi beklemektedir. Ziyarete gidenler dahi; büyüklerini bir gelen olur telaşıyla evde bırakmışlardır.  Yürüyerek ve topluca ziyaret yapardık. Ta ki babam ve amcalarım dede oluncaya ve kendileri ziyaret edilmeyi bekleyinceye kadar. Yaklaşık 10 kişi biz olurduk ve ziyaret edilen evde başka misafirler de olurdu. Gönlümüze sığdırdığımız bunca insanı evimize mi sığdıramayacaktık.

        İkinci ve üçüncü gün harçlıkların bir kısmının harcama günleridir. Sıra mağazaların önünde açılan sergilerden mantar tabancası, balon, çıtır pıtır (yere sürttükçe ses ve ateş çıkaran patlayıcı bir nesne) alınacak ve İplikçi camii’nin önünde Kadıoğlu’nun kiralık bisikletlerine binilecektir. Öyle kolay mı bisiklet sahibi olmak?

        O günler geçti. Hayıflanmanın âlemi yok. Bugünü yaşıyoruz. Bugünü en iyi şekilde değerlendirmenin keyfini sürmeye bakalım. Sanayi toplumu bize böylesi bir hayatı dikte ettiriyor. Ah! Dediğimiz belki de çocukluğumuz. Çocukluğumuzun safiyetini ve o günlerin unutulan negatifliklerine karşı hatırlanan iyi anları arıyoruz. Belki aradığımız ve bulmayı umduğumuz geçip giden ömrümüz. Belki de iyice yaşlandık ve bizi yaşatmaya devam eden hatıralarımız.

        Ama önünden arıklar akan sokağımı ve kilitle tanışmadığım, evden ayrılıp giderken kapıyı “eyyatlı” (iğreti bir şekilde) bağlayıverdiğimiz günleri unutamıyorum işte.Selim SÖZER