Yıllar önceydi, İran’da despot Şah yönetimine karşı İmam Humeyni’nin vermiş olduğu mücadele pek çok genç gibi beni de heyecanlandırıyordu.

            Hele İmam’ın Tahran Havaalanına inen uçaktan çıkıp da, kendisini karşılamaya gelen yüz binlerce insanı, elini hafifçe kaldırarak vakur bir şekilde selamlaması yok mu, inanın bizler için seyretmeye doyum olmaz bir manzara idi o an.

            İçimizde müthiş bir sevinç vardı. Artık Müslümanların benimseyip örnek alacağı bir “devlet” kuruluyordu. Laik baskılara karşı sığınılacak bir liman oluşuyordu... Bırakalım mezhebi önyargıları, fikir planında bile hiçbir baskının olmadığı bir düzen kurulacaktı. Böylece Müslümanların her kesiminin düşünce dünyasından bolluklar fışkıracak ve yeni bir medeniyetin temeli atılmaya başlanacaktı.

            İmam elinden geleni yaptı... Lakin sonra gelişen olaylar hiçte umulduğu gibi gitmedi.

            Nasıl bilebilirdik ki, İran’ın zamanla mezhebi, baskıcı bir “Ulus Devlet” haline dönüşeceğini.

            İstanbul’u ben çocukluğumdan beri büyük bir aşkla severim. Fakat o zamanlar hiç görmediğim halde Tahran benim için daha sevimli gelmeye başlamıştı. Şimdi Tahran’a saygı duyuyorum ama İstanbul’u çok daha fazla seviyorum.

            Zira geleceğin dünyasına gebe olan şehrin İstanbul olduğunu sezebiliyorum.

            Neyse, gelelim biz konumuza. İşte devrim sıralarında İranlı düşünür Ali Şeraiti’nin kitapları Türkçeye tercüme ediliyor ve baskı üstüne baskı yapıyordu. Tabii ki bizler,  Şeriati’yi harıl harıl okuyor ve aramızda mütalaa ediyorduk.

            Şeriati pek çok eser vermiş,  henüz 33 yaşında iken yabancı servis ajanlarınca şehit edilmiş değerli bir düşünürdü.

            Türkçeye çevrilen kitaplarından biriside “Hac” isimli kitabı idi.

            Kitabında düşünür hac farizasını yerine getiren Müslümanlara hitaben şöyle bir cümle ile sesleniyordu.

            “Senin İsmail’in ne?”

            Evet, İbrahim dünyadaki en sevdiği varlık olan oğlu İsmail’i Allah için kurban etmeye kalkışmıştı ki Cenâb-ı Hak ona bir koç indirdi de İsmail kurban olmaktan kurtuldu.

            Şeriati, hac görevinin unsurlarından olan kurban vesilesiyle Müslümanlara  “senin İsmail’in ne?” diye sesleniyor ve devam ediyordu: “sen de İsmail’ini kurban etmeye hazır mısın?”

            Şeriati haklıydı! Bizim İsmail’imiz ne idi? Ve İsmail’imizi Allah niçin kurban etmeye gerçekten hazır mıydık?

            Çok mühim bir soru değil mi? Hakikaten her birimizin İsmail’i ne?

            O çok gururlandığımız makam ve mevkiimiz mi? Malımız mülkümüz veya deste deste sayıp biriktirdiğimiz paramız mı? Şöhret mi, şehvet mi? Yoksa, yoksa o peşine şuursuzca düştüğümüz ideolojimiz mi?

            Kimisi parayı kimisi sosyal sınıfı kimisi de ulusu yücelten lakin insanı alçaltan o ideolojin mi senin İsmail’in; İbrahim’in İsmail’i sevdiği gibi sevdiğin?

            Dillerin ve renklerin farklı farklı yaratılması tıpkı göklerin ve yerin yaratılması gibi, Allah’ın birer ayeti iken; hepimizin atası Âdem, Âdem de topraktan yaratılmış iken, halen daha ideolojilerimizi Allah için kurban etmeyip birbirimize üstünlük mü taslayacağız?

            Üstünlüğün ancak “takva” ile olduğu bizlere bildirilmiş iken!

            Evet, öyle sanıyorum ki marifet kurban kesmekten ziyade kurban edebilmekte. Tıpkı İbrahim gibi... Sadece ve sadece Allah rızası için.

            Günümüz Müslümanları İsmaillerini kurban edebildikleri an, gökten onlar içinde koç inecek; çetin ve zor gibi görülen yolun kendilerine kolay kılındığını müşahede edeceklerdir.

            Bu vesileyle bütün okuyucularımın Kurban Bayramını kutlar, sevgi, barış ve huzur dolu bir gelecek için duacı olmalarını dilerim.