Üstad Mehmet Feyzi Fırat’ın yüzüne bakıyorum, konuşmaktan yorulmuş bir hali var mı yahut sorularım nedeniyle kendisine bıkkınlık verdim mi diye? Çok açık bir şekilde sezebiliyorum ki ne yorgunluk emaresi gösteriyor nede bıkkınlık. Aksine sanki “daha yok mu?” dercesine gözleriyle beni süzüyor. Bende kendisinden aldığım bu cüretle sorularıma devam ediyorum.

            Kendisine PKK ve Abdullah Öcalan’ı soruyorum.

            Sorumu duyar duymaz üstad kendinden son derece emin bir şekilde cevaplamaya başladı. Evvela işin sosyolojik boyutunu ele aldı. Abdullah Öcalan tarafından PKK kurulmadan önceki zaman dilimini anlatmaya başladı. Büyük şehirlere gelen Kürt gençleri ile İslami duyarlığı olan kesimler ilgilenemiyormuş, ya da ilgilenseler bile yetersiz kalıyorlarmış.  Oluşan boşluğu sol örgütler doldurmaya başlamış. Zamanla öyle olmuş ki “Kawa” “Rızgari” gibi örgütler on binlerce Kürt gencini yürütmeye başlamışlar. Bundan endişe duyan Devlet ortaya Abdullah Öcalan’ı sürmüş.

Aslında demek istenileni anlamıştım ama doğru mu anladım diye test etmek için “neden?” diye sordum; üstad “nedeni belli bu örgütleri dağıtmak, silahla yok etmek için” diye cevap verdi.

            O esnada aklıma Orhan Miroğlu tarafından yazılan “Silahları Gömmek” isimli kitabı geliverdi. Çünkü Miroğlu’da olayları bu minval üzere anlatıyordu. Demokratik yollarla mücadele eden örgütleri yok etmek için devlet kendi elleriyle başına büyük bir iş açmıştı.

En kötüsü iki kardeş toplum arasına kan düşmüştü! Tam otuz yıl boyunca binlerce Kürt ve Türk genci boş yere heba olmuş, mazlum anaların yüreklerine ateş düşmüştü.

Üstada “peki İslam neden bunlara mani olmadı?” şeklinde bir soru sordum. O anda gözlerinin buğulandığını hissettim, belli ki aklına dedesi Şehit Şeyh Said düşmüştü. Sonra sorumu kendim cevaplamaya çalıştım: Devlet Kürtlerde ve Türklerde İslami duygular istemiyordu ki , yeni bir Türk ulusu yaratmanın peşindeydi; bu nedenle “İslam” önündeki aşılması gereken en büyük engeli oluşturuyordu. Kürtlerin tarihten getirdiği toplumsal yapısı özellikle bozulmaya çalışılıyor, medreseler kapatılıyor, gençler seküler bir dünya görüşü karşısında alternatifsiz bırakılıyordu.

Hatta Abdullah Öcalan’da “feodal yapı” diyerek kendi toplumunun tarihten getirdiği ne varsa küçümsemiyor muydu?

Anlatmaya devam etti. Öcalan teşkilatını kurarken en büyük akıl hocası askerlikten güya atılmış Pilot Necati imiş. Bu Necati gençlere örgütlenmelerini, gerekli olan paranın temini içinde banka soymalarını açık açık önerirmiş.

Öcalan’ın eşi Kesire’nin babası Ali Yıldırım’da da bu aşamada çok etkili olmuş. İstihbaratçı olan Ali Yıldırım’dan söz ederken üstad  “Dersim katliamının ihbarcılarından” olduğu bilgisini verdi. Hatta bu nedenle Ali Yıldırım pek öyle halk içine çıkamazmış.

“Asıl Allah’ın huzuruna nasıl çıkacaklar!” diye içimden geçirdim, dökülen bunca insan kanının hesabını yarın nasıl vereceklerdi. Değer miydi üç günlük dünya çıkarı için yahut aslı astarı olmayan ideolojilerin yeşermesi için bu kadar masumun kanının akmasına.

Konuşmasının devamında üstad Öcalan’ın DİK (Demokratik İslam Kongresi)  toplantısının yapılmasını istediğini söyledi. Hazırlıklar yapılıyormuş. “Neden?” diye sordum, cevabı son derece açıktı: “ Sosyalizm yükünden kurtulmak için, artık yükselen değer sosyalizm değil İslam, bunu gördüğü için”

Ben bu satırları henüz yazmamıştım ki internet ortamına Öcalan’ın sorgudaki konuşmaları düştü. Yayına verenler daha dün dağda kıta töreni ile karşılanmak suretiyle Öcalan’ı ziyaret eden kimselerdi. Yani elinde silah varken onunla kucaklaşanlar, silahlar susunca onun itibarsızlaştırmaya çalışıyordu. Belli ki zorları barış süreci ile ilgiliydi, amaçları bu süreci baltalamaya çalışmaktı.

Dilerim ki Allah nerede barış düşmanı varsa hevesini kursağında bıraksın... Türklerin ve Kürtlerin birlikteliğine, tarihi yürüyüşlerine zeval gelmesin.

Üstad konuşurken kimsenin şahsiyetini hedeflemiyor, sadece bildiklerini anlatıyordu. Kalbi sahici şekilde barıştan yanaydı. Vurgusunu kardeşlik üzerine yapıyordu. Aidiyet duygusunu Allah’ın verdiği  “Müslüman” isminin dışında bir yerde aramanın, onun emir ve buyruklarına karşı gelmek olduğunu söylüyordu.

Şeyh Said’in toplumda yeterince bilinmediğinden birkaç kez sitemkâr bir şekilde bahsetti. Hele hele onun hakkında “İngiliz ajanı” gibi cahilce yakıştırmaların canını çok yaktığı belli oluyordu. “Açıklasınlar dedemin mahkeme tutanaklarını da gerçek ortaya çıksın” diye sitemine devam etti.

Sonra “Kürtler Birinci Dünya savaşından sonra tercihini Halifelik Makamından yana yapmışlardır” diyerek tarihi bir hakikatin altını çizdi.

Bu meyanda ağzından bir ara “Mister Noel” ismi geçti. Ben “bahsettiğiniz İngiliz Binbaşısı Noel mi?” diye sordum. Evet, kendisi diye cevap verdi.

Binbaşı Noel... Kürtleri Hilafetten soğutmak için, Halifelik Makamına isyan ettirip bağımsız devlet kurmaları için az gayret sarf etmemişti.  Ama Kürtler ona iltifat etmemişler Türk Kardeşleriyle birlikte var güçleri ile milli mücadeleye girişmişlerdi.

Üstad böylece sizlerle paylaşacağım önemli bir konuyu bana hatırlatmış oluyordu.

Allah ondan razı olsun!