Bu yaşıma dek, iç dünyamda, Müslüman olmamın doğurduğu yahut doğuracağı saldırıların hep endişesini duydum. Belki kimse beni “sen Müslümansın” diye mertçe suçlamıyordu. Fakat dolaylı yoldan tehdit ediyor, en azından telkinlerde bulunuyorlardı.
            “Devletin müsaade ettiği oranda Müslüman ol” diye. “Dinini vicdanında yaşat, mabedinde namazını da kıl, fakat asla bizim rahatımızı bozma” diye.
            Bozulmasını istemedikleri rahatlarının temeli tanrıtanımazlık mıydı? Hayır! İslam’dan başka bir din mi? Yine hayır!
            Aksine resmi ideoloji İslam’ı kendisinin bir mütemmim cüzü olarak görüyordu. Hatta sahipleniyordu. Lozan Konferansında azınlık olarak Gayrimüslimlerin kabul edilmesi, Müslüman ahalinin kavmi ne olursa olsun azınlık kabul edilmemesi bunun en bariz göstergesiydi.
            Peki, sorun neredeydi? Resmi ideolojinin İslam’a sahiplenmesiydi. İslam’ı tanımlaması ve sınırlarını belirlemesiydi. Millileşmiş bir İslam arayışındaydı. Sinelerde yaşatılacak fakat kamusal alana asla taşırılmayacak bir nev-i zuhur olmasıydı. Yeni bitme olabilmesi için, en kestirme ve etkili yol,  İslam ile Kadim İslam Kültürü arasındaki bağların berhavası ve  yaşayan kurumlarının lağvı idi.
             Kısacası, yeni bir ulus oluşturuluyordu. Bu oluşumu var kılacak unsurlardan biriside “İslam” diniydi. Lakin sahici ve sahih anlamda değil, uluslaşma hedeflerine hizmet edecek bir kılığa ve kıyıma uğramış İslam’dı bizlerin önüne sunulan.
            Diğeri? O ötekiydi, tehlikeydi, savaşılması gereken irtica idi!
            Resmi ideolojinin İslam’ı ile Allah’ın vahyettiği İslam arasında taban tabana aykırılıklar vardı.
            İşte bizim neslimizin en büyük sıkıntısı buradaydı. Reddediyordu... Reddettiği için Devletle olduğu kadar önceki kuşak ile de çatışıyor ve anlaşamıyordu. El yordamıyla bulduklarına sarılıyordu. Bu ise ayrı bir sorunu doğurdu.
            Nelerin reddedeceği tefrik edebiliyor muydu? Bu hassasiyet gözetilmeden sadece  reddedildi. O hale geldi ki Edile-i Şer’iyye dediğimiz İslam’ı anlamanın temel kaynaklarına kadar iş vardırıldı?
            Alınamayan hız ile gelenek olduğu gibi yıkılmaya çalışılıyordu.
            Tasavvuf mu? O zaten baştan aşağıya birileri için, şirk dini idi.
            Anlaşılacağı üzere bir nev zuhurdan kaçarken bir başka nev zuhura yakalanılmıştı.
            “Kur’an bize yeter!” deniliyordu. Gelişmenin aldığı boyutu görenlerde “Kur’an İslam’ı” isimlendirmesi adı altında bu gelişmeyi kışkırtıyordu. Fakat amaç asla hakikati bulmak değil, tefrit noktasına varanlara resmi ideoloji adına gaz vermekti.
            “Geleneksiz İslam anlaşılabilir mi?” sorusu sorulmadı! Yahut gereğince tartışılmadı. Şayet üzerinde durulmuş olsaydı, peşin hükümle geleneğin reddi veya kabulü doğrultusunda kararlar verilmemiş olsaydı arkadan şu konuların tartışmaya gelmesi kaçınılmaz olacaktı:
            Evvela “gelenek nedir?” Dolayısıyla “İslam geleneğini devam ettireceksek bu zincire nasıl bir halka ekleyeceğiz?”
            Öyle değil mi? Şayet bir geleneğe sahip olacaksak, onu sürdüreceksek asırlar boyu gelen zincire bizimde bir halka eklememiz lazım. İşte bu halka ne olmalıydı ki o geleneği devam ettiriyor olalım. Aksine tutum, olduğun yerde aciz bir patinaj yapmak değildir de nedir ki?
            Önceki kuşaklarla ve geleneksel kitlelerle çatıştığı, iletişim dili kuramadığı için derdini anlatamayan bizim kuşağımız aslında geleneği reddederken bilerek veya bilmeyerek yeni bir gelenek oluşturuyordu.
            Mesela Kur’an- hadi sünneti de ekleyelim- etrafında birleşeceğiz diye bir araya gelen dört kişinin zamanla anlaşamayıp bölünmesi gibi. Sonra onlarında aynı şekilde bölünmesi!
            Mesela Filistin’de, Suriye’de Irak’ta, Türkistan’da yahut bir başka İslam Coğrafyasında yaşanan zulümler karşısında üç-beş yüz kişi meydanları doldurup sıkılmış yumruklarla slogan atması; eline megafon veya mikrofon geçirenlerin içerisinde bol bol “ceğiz”, “cağız” içeren nutukları irad etmesi, gibi.
            Tamamda kısır döngü yarım asrı geçen bir süredir hep bu minval üzere devam ediyor. Günümüzde de nutuklar atılıyor, kitleler yine umursamıyor; Suriye de iç savaş sürüyor, Irak’ta ümmet bir mezhep savaşına sürükleniyor, Doğu Türkistan’da oruç yasaklanıyor, İsrail Filistinli çocukları öldürmeye devam ediyor.
            İsrail: İslam Ümmetinin bağrına Batı’nın sapladığı bir hançer! Osmanlı toprakları üzerine alelacele kurulmuş bir gecekondu. Mülk sahiplerini öldürerek işgalini genişleten zalim bir mütecaviz!
            Yıkılması gereken bir yapı! Yok edilmesi gereken bir cerahat!
            Ya Museviler? Onlar elbette ki yaşayacaklar? İnsanca yaşamak neyi gerektiriyorsa hem de o şekilde. Bizler onlara zulmedemeyiz. Eğer edersek onları öğretmenimiz olarak kabul etmiş oluruz.
            Oysa Müslümanların öğretmenleri Peygamberleridir.
            Benim İsrail’den istediğim sadece tapulu malım. O topraklar Osmanlı toprağı da ondan. Hiçbir gecekondu baki olarak bir mülke sahip çıkamaz, zira.
            Yeter ki mülk sahipleri tevarüs ettikleri miraslarını reddetmemiş olsun.