İslam Ülkelerinde ki laik siyasetin özgün bir yapı ortaya koyamayıp varlığını, semboller üzerinden yürütülen gerilime bağladığını söylemiştim. Ayrıca ürettikleri siyasetin neden bu denli sefilleri oynadığını soru olarak ortaya atmıştım.

         Evvela şu hususu kabul edelim: İslam Ülkeleri bir asrı geçen süredir bunalım boyutunda sorunlar yaşıyor.

         Laiklik her ne kadar bir çözüm önerisi olarak öne sürülmüş ise de daha doğar doğmaz iki handikapla yüzleşmiştir.

         Bunlardan ilki “Laiklik”  kavramının köken itibariyle yabancı olmasıdır. Yerli kavram olmayıp ithal olması, hanesine daha baştan yazılan eksi puandır. Zira laiklik batılı toplumların tabii süreçlerinin bir hâsılasıdır. Laiklikten söz edilebilmesi için evvela örgütlenmiş kutsal bir sınıfın olması ve bu sınıfın devlet işlerine müdahale etmesi elzemdir. Batıda bu örgütün adı “Kilise” sınıfın adı ise “ruhban’dır.

         İslam ülkelerinde   “Cami ”  içerisinde topluca ibadet edilen ve herkesin malı olan sosyal bir mekândır. Dolayısıyla örgütlü bir yapı değildir.

         Aynı şekilde hiyerarşik bir halde örgütlenmiş din adamları sınıfı da yoktur. Daha doğrusu  “din adamı” sınıfı yoktur. Çünkü namaz kıldırma işi profesyonel bir meslek olmayıp, o anda bulunan bilgisi yeterli her hangi bir kişi tarafından deruhte edilebilecek bir görevdir.

         Nasıl her hastaya aspirin verilmesi mümkün değilse her toplumun sorunlarını aşmak için aynı reçetenin uygulanması da mümkün değildir. Toplumların sorun yaşamaması düşünülemez; bir toplum yaşıyorsa sorunlarla karşılaşacak demektir. Önemli olan sorunlarını çözecek sahici metotların bulunmasıdır. Yoksa o sorunu kronikleştiren ve insanları çözümsüzlük açmazına mahkûm eden uygulamalarda ısrar değil.

         İkici handikap ise laikliğin bizzat laikler tarafından yanlış bir şekilde algılanmasıdır.

         Onlar “ laiklik”  durumuna kaldıramayacağı bir anlam ve taşıyamayacağı bir sosyal vazife yüklemişlerdir. Bu aynı zamanda laiklerin en büyük çelişkisinin sebebidir.

         Yapılan yanlışlık laikliği “ Kutsal” çerçevesi içerisinde ele almaktır.

         Bu işi iyice içinden çıkılmaz hale getirmiştir.

         Laikler bu tavırlarında belki de mazur sayılabilirler. Çünkü onlar önceki dönemde dinin işlevini devam ettirmek istemişlerdir. Toplumsal örgüde İslam dininin görmüş olduğu görevi bu sefer ideolojilerine yükleyerek toplumu aynı şekilde bir arada tutmayı amaçlamışlardır.

         Fakat laiklik bırakalım kutsalı taşımayı özü itibariyle kutsal karşıtıdır. Laikler bu bağlamda daha işin başında büyük bir hesap hatası yapmışlardır.

         Bu meyanda iş o denli komik olmuştur ki adeta “ laiklik” ilkesine karşı laiklik talep etme noktasına kadar gelmiştir.

          Netice haliyle alınamamıştır. Ne laiklik ve nede türevleri olan “ulusçuluk”, “çağdaşlık” , “ilericilik” gibi kavramlar dinin bir zamanlar gördüğü işlevi görememiş, sorunlar çözülemediği gibi katmerleşmiş; insanların iç dünyasını doyuracak bir dünya görüşü ve anlam manzumesi sunulamamıştır.

         Laik kesimler devleti ele geçirmiş ve devletin nimetlerinden istifade ettikleri için olayı sadece “yaşam biçimi”  düzeyinde almış ve söylemlerini de  “semboller” üzerinden üretmişlerdir.

         Haliyle üretilen bu söylem, gerek laiklerin toplum içerisinde bulundukları pozisyon, gerekse üretildiği düzey ve kullanılan enstrümanlar açısından oldukça cılız kalmıştır. 

         İslam coğrafyasında ayrıca adına  “İslamcılık” denilen modern bir hareket daha bulunmaktadır.

         Bu hareketin ilk elde laik anlayışa muhalif olacağı açıktır.

         Fakat daha da önemlisi bu hareket, sorunların çözümü babında geleneksel İslam anlayışını da sorunlaştırmış, kökten kopmamak hususuna riayet ederek çözüm ameliyelerini bünyesinde saklamış, geleneği sorgulamıştır.

         Lakin bu hareket de yekpare olmayıp ülkeden ülkeye, toplumdan topluma, uygulamadan uygulamaya değişen yelpazeler şeklinde neşvünema bulmuştur.

         İşte bu bağlamda bocalayan laikler bütün toplumu kapsayan siyaset üretmek yerine  “ cemaat” yapılarına daha da çok kapanarak topluma üstten bakan pozisyonlarını daha da keskinleştirmişlerdir.

         Daha öncede dediğim gibi, içeride  “ ordu” ve “yargı”  vasıtasıyla kendilerini galip getirme cihetini tutmuşlar, bütün bunlar cereyan ederken daima sırtlarını Batı’ya dayamışlardır.

         Gösterilen bu siyasi kifayetsizlik, Etyen Mahçupyan’ın da belirttiği gibi laik kesimde nefret nesneleri oluşturmuştur. Yetersizliklerine öfkelenen laikler, içerisinde bulundukları açmazı, hasımlarını tamamen ötekileştirerek, liderlerini nefret nesneleri haline getirmek suretiyle toplumu germişlerdir.

         Dün nefret nesnesi merhum Necmettin Erbakan’dı. Bugün ise Tayyip Erdoğan. İşin trajikomik yanı dün Erbakan’ı nefret nesnesi haline getirip   “Batı”  adına Çalışma Grubu kuranlar, bugün onun “ milli” olduğunu söyleyip adına güzellemeler diziyorlar.

         Yaşadıkları çelişkiyi göremeyip, yeni nefret nesnesini devamlı taze tutmak yoluyla siyaset yapmaya çalışıyorlar.

         Olan ise ülkemize ve  insanımıza  oluyor.

         Laik kesim İslam coğrafyasının bir gerçeği. Beğenelim beğenmeyelim varlar ve diğer kesimler gibi hak sahibidirler.

         Yalnız bir şartla: Diğer kesimlerle eşit vaziyette. Yani onların “laik” olmaları hasebiyle peşinen sahibi oldukları bir ayrıcalıkları yok.

         Diğer bir husus ise artık laik kesimin başını iki elinin arasına alıp üzerinde yaşadıkları toplumun kültürünü de dikkate alarak kayda değer siyaset üretmek zorunda olduklarıdır.

         Peki, İslami olduğu söylenen hareketler hiç mi kusursuz? İnşallah ileriki bir zamanda bu hususu ele almak nasip olur.

         Fakat bu meyanda son olarak söyleyeceğimiz şey gerek İslami kesimlerin ve gerekse laiklerin bir birlerini ötekileştirmeden anlamaya çalışmalarıdır. 

         Ancak bu şekilde aradaki uçurumlar kapanacak farklılıklar en aza inecektir.