1979 yılına kadar Amerika’nın Ortadoğu’daki müttefiklerinin başında İran geliyordu.  Halkına zulmeden, ülkesinin kaynaklarını iktidarda kalabilmek için desteklerine ihtiyaç duyduğu Batı dünyası ve Amerika’ya hesapsızca kullandıran Şah; Amerika’nın sözünden çıkmayan bölge diktatörüydü.
 
 
Öyle ki 1948 yılında Müslüman Filistin toprakları üzerinde İngilizlerin desteğiyle kurulan İsrail’e tüm Arap dünyası karşı çıkmasına ve bir kısmı (Suriye, Mısır, Ürdün, Lübnan gibi) fiili savaşlara girmiş olmasına rağmen Amerikan kontrolündeki 1979 öncesi Şah yönetimindeki İran’ın hiçbir mücadelesi, karşı duruşu yoktu.
 
 
1979 yılında halk devrimiyle kurulan İran İslam Cumhuriyeti, Amerika’nın sadece Ortadoğu’daki değil dünyadaki en büyük düşmanı haline geldi. Çünkü İran’da Müslümanlar uzun mücadele neticesi devlet yönetimini ele almış, İslami kurallar uygulanmaya başlanmış ve katil İsrail’e karşı tutum alınmış ve Zulme uğrayan dünyanın çeşitli bölgelerindeki Müslümanlara yardımcı olmaya çalışmışlardı. (Suriye’deki yanlış tutumlarına kadar İran’lı Müslümanların  bu konuda iyi bir imtihan verdikleri kanaatindeyim)
 
O yıllarda İran’dan sonra Amerikan politikalarının bölgedeki en iyi uygulayıcı müttefiklerinden biriside Türkiye’ydi. Türkiye, Amerika ve Batının bölge siyasetine o kadar uyumlu hareket etmekteydi ki örneğin İsrail’in kuruluşunu  BM’de kabul eden ilk halkı Müslüman ülkeydi.
 
İran’da İslam Cumhuriyeti kurulmasından itibaren Türkiye’deki hakim ideolojinin bu yeni toplum ve düzene karşı benimsediği görüşte Amerikan bakışının aynen taklidiydi.
 
Türkiye’deki İslami yaşantı adına olan her gelişme hakim Kemalist ideoloji taraftarlarınca bastırılmaya çalışıldı. Kamusal ve toplumsal alanda daha çok var olmak isteyen Müslümanlar sürekli baskı altında tutulup, ya İran’a ya Arabistan’a gitmesi istenildi. Müslümanca düşünmek ve yaşamak talebindeki özellikle üniversiteli, genç yeni nesil Türkiye’yi İran’a çevirmekle suçlanageldi.
 
Türkiye’deki İslami düşüncenin yükselişi karşısında çeşitli zamanlarda Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok gibi laik kesimin öne çıkmış isimleri derin devletçe ideolojik anlayışlarına kurban edilip, sonrasında oluşturdukları baskı ve kaos ortamında Müslümanları sindirmek istediler. Sokaklarda ne dediğini bilmeyen kalabalıklara; Müslümanlara, İslam’a, Şeriat’e hakaret içeren sloganlar attırarak yürüten zamanın derin iktidarları; emniyet ve yargı kurumlarıyla Müslümanlara gözdağı vermek için birkaç yıla bir farklı farklı sanıklarla sözde çeşitli İslami örgütler yakalamayı adet haline getirdiler. Müslümanları sindirmek için birkaç yıla bir ortaya çıkarılan bu örgütler genellikle hep İrancı olurdu.
 
1980’li yıllardan 2000’li yılların başlarına kadar yaşanan bu süreci niçin anlattım?  Bu tarihi arka plan bilinmeden aşağıda anlatacaklarımın anlaşılması mümkün olmayacaktır.
 
İstanbul’da bir süre önce hukuka aykırı dinleme ve casusluk faaliyetlerinden dolayı bir grup emniyet görevlisine karşı yargı süreci başlatıldı. Bu insanların Türkiye’yi yöneten Başbakan, Bakan, Mit müsteşarı vs. gibi en yetkili kişileri hukuk dışı gerekçe ve usullerle dinlemiş oldukları ve “Selam Tevhit Örgütü” dosyası adı altında işlem yapmak üzere çalışma yaptıkları basına yansıdı. Yaptıkları bu çalışma zamanı geldiğinde ( örneğin 17- 25 aralık  darbesi başarılı olsaydı kullanılması için zamanı gelmiş olacaktı ) aktifleştirilmek üzere arşivlenerek dosyalandığı anlaşılıyor. Bu dosyaya göre selam ve tevhit örgütü adında bir İrancı örgüt varmış ve bu ülkede terör faaliyetleri yapacak ve devleti ele geçirecekmiş.
 
Yıllarca İstanbul Emniyet istihbaratının başında bulunan şahıs mahkemece tutuklanırken basına aynen şöyle bağırıyordu; “Bu ülkeyi ajanlar yönetiyor, onlara gerçek operasyon yapılacak…” Kendisini o göreve getiren, emrinde çalıştığı devleti yöneten en yetkili kişilere ajan suçlamasında bulunmak. Bu ne ruh halidir.
 
İlginç olan üzerinde çalıştıklarını iddia ettikleri selam adlı sözde örgüt 1990 yıllarında Kemalist ideolojinin derin devleti tarafından vesayet ağırlıklı bir toplumsal yapı kurmak için kurgulanan örgüttür. Değişen hiçbir şey yoktur. Örgüt adı aynı ( Selam), suçlamalar aynı( İran ajanlığı vs.), sadece algı operasyonunda kullanılan basın ismi farklı. Eskiden Cumhuriyet, Hürriyet’ti, şimdi Zaman,Taraf.
 
Sormak lazım bu insanlar kimin ağzıyla konuşuyor ve aklıyla düşünüyorlar? Eski Türkiye’nin vesayet oyuncularıyla ve malzemeleriyle yeniden eski Türkiye’yi inşa etmeye mi çalışıyorlar? Bunun adı Neokemalizm (yeni Kemalizm) olabilir mi?
 
Konuştuklarının, yaptıklarının İsrail ve Amerikan staratejileriyle parelellik  oluşturduğunun, yaşadıkları bu Müslüman ülkeye zarar verdiklerinin farkında olmamaları mümkün mü?
 
Yıllarca Irak’la savaştırılmış, Türkiye’den güçsüz, uluslararası ambargolar nedeniyle kendi ayakları üzerinde zorlukla duran bir İran; komşusu Müslüman bir ülkeyi ajanlarıyla ele geçirmesi yahut bu ülkenin siyasi liderlerini devşirmesini düşünmek, iddia etmek ancak deli saçması olabilir. Oysa dünyadaki her ülkede Amerika, İngiliz, İsrail üçlüsü emperyalist çıkarlarını korumak için sürekli ajan bulundurmaları ve karşı stratejiler kurmalarıyla meşhurdur. Yapılacak ajan tahkikatı öncelikle bu devletlerin  ajanlarıyla  ilgili olması gerekmez mi?
 
Yaşadığımız ülkeyi Müslüman İran’ın düşmanları safında saf tutturmanın bu ülkeye ne faydası vardır?
 
Kaldı ki İran ehli kıble Müslüman bir ülke; İsrail, Amerika ehli kafir. Taraf olurken Ehli kıbleden yana olmak Müslüman’ca değil midir?