İslam Ülkelerindeki Laiklerin özgün bir siyaset üretememeleri nedeniyle sırtlarını Batı’ya dayayarak semboller üzerinden siyaset üretmeye çalıştıklarından bahsetmiştim. Altında hiçbir fikri donanım ve alın teri olmadan, semboller üzerinden yürütülen bu nakıs siyasetin “yaşama biçimi” adı altında masumlaştırılmaya çalışıldığının altını çizmiştim. Çünkü onlara göre “Batı” türü yaşama biçimi “asri/çağdaş” yaşama biçimidir. Aksine bir hal düşünülmesi bile mümkün olmayan, mücadele edilmesi gereken irticai bir haldir.  Kurnaz Batı’nın da bu kavramlaştırma üzerinden Avrupa-merkezci güdülerini sürdürdüğünü eklemiştim.

            Şayet iş kontrol altına alınamayacak boyutlara ulaşacak olursa İslamcı muhalefetin sağlı sollu yumruklarla “Ordu” ve “Yargı” eliyle dövüldüğünü ve Batı’nın bu konuda çıkarlarını gözetip ilkelerini çiğnediğini de söylemiştim.

            Semboller üzerinden yürütülen ve hedefinde yaşama biçimi olan siyasi tavır Cumhuriyetle birlikte Türk Edebiyatında romancıların önemli konularından birisi olmuştur. Bunlardan en göze batanı Peyami Safa tarafından 1931 yılında kaleme alınmış olan Fatih- Harbiye romanıdır.

            Romanın kahramanı Neriman isimli genç bir kızdır. Neriman’ın hayatında iki erkek bulunmaktadır. Bunlardan Şinasi uzatmalı sözlüsü, Macit ise Beyoğlu’nun ışıklı sokaklarında gününü gün ederek yaşayan havai bir gençtir.

            Neriman Macit’e yaklaştığı miktarda Şinasi’den uzaklaşmaktadır. Neriman iç dünyasında bir savaş yaşar. İki erkek iç dünyasındaki bu savaşın dış dünyada ki yansımalarıdır. Aynı şekilde oturduğu Fatih ile Macid’in yaşadığı Harbiye semtleri de Neriman’ın iç dünyasında kopan fırtınaların, huzurunu kaçıran gerilimin iki uç noktasıdır.

            Fatih semti ve Şinasi “Doğu” medeniyetinin temsil ederken Macid ve Harbiye de “Batı” medeniyetini temsil etmektedir. 

            Neriman Macit tarafından, Beyoğlu’nda yapılacak bir baloya davet edilir. Bu davet Neriman’ın hayatını allak bullak etmeye yeter. Zira yaşanacak o  “Balo” onun gözünde çok büyük anlamlar taşımaktadır. Katılmak için vaz geçilmez tutkulu bir istek içerisinde kıvranır. Bu uğurda babası, sözlüsü ve oturduğu semte dair ne varsa hepsini silmeye hazırdır. Çünkü o baloya katılması halinde Doğulu kimliğinden sıyrılıp Batılı kimliğe bürüneceği inancındadır. Bu gerilim onun hayatında temel bir değer halini almış, babası, Şinasi ve Macid’e yönelik tavırlarında / siyasetinde belirleyici bir unsur haline gelmiştir. Artık babası, Şinasi ve Fatih semtine ait ne varsa itici, alaturka ve kurtulunması gereken unsurlardır. Macid ve onun temsil ettiği dünya modern hayat olup Neriman  bu hayatın kollarına kendisini atmak için büyük bir iştiyak içindedir.

            Fakat kendisi ile aynı duygu ve düşünceleri paylaşan, aynı tutkulu ihtirası yüzünden sevdiği erkekten ayrılıp nihayetinde intihar eden bir Rus kızının başından geçenler onu son derece sarsar. Yapmış olduğu bir muhakeme neticesinde hatasını anlayıp içine düştüğü anlamsız tutkudan vaz geçer. Neriman baloya gitmemek kararı verir; böylece hasta babası da kızına balo giysisi almak için borç para bulma külfetinden kurtulmuş olur.

            Kimse   “altı üstü bir balo için bu kadar ıstırap çekilir mi?” şeklindeki düşünce ile romandaki kurguyu zayıf bulup merhum Peyami Safa’yı eleştirmesin. Kuruluş yıllarında kurucu kadronun “Cumhuriyet Balolarına” verdiği ehemmiyet hatırlandığı zaman merhum Safa’nın hiçte mübalağa etmediği anlaşılacaktır.

            Çünkü kavgayı doğuran o çelişkide gerilim semboller üzerinden yürütülmektedir.

            “Balo”, “içki”, “başörtüsü”... Değişen hiçbir şey yok; siyasi hesaplaşmanın konusu hep semboller üzerinden... Hatta bu konu o kadar trajikomik hale geldi ki “özgürlük” bağlamında ülkemde ibretlik bir olay yaşandı.

  Gezi Parkı açılırken bir genç kızımız Bakana şöyle bir soru sorabildi, hem de televizyon kameraları önünde:

            “Gezi Parkında eşimle öpüşebilecek miyim?”

            Aşk olsun doğrusu! Hak ihlallerinin olduğu, darbelerin yaşandığı, insanların sebepsiz yere öldürülebildiği bir dünyada bir genç kızın “özgürlük” adına bakana sorup sorabildiği soru bu, evet sadece bu!

            Üstelik sorarken kendinden emin, halinden memnun tavrı onun yaşam şekli bakımından ne kadar Batı’ya yakın olduğunu gösteriyor.

            Bu tavır, İslam’ın ahlak anlayışı karşısında Batı’lı ahlak anlayışının ne denli geçerli ve evrensel olduğunun ispatı açısından bir meydan okuma pervasızlığı olduğu kadar, Batı’lı dostlarımızın yüreğini soğutmaya yarayacak bir talihsizlik aynı zamanda.

            Televizyon kanalları vasıtasıyla Türk toplumunun ne kadar laik ve batılı olduğu yine basit bir sembol üzerinden batıya servis edilecek ve böylece İslami değerlere saygılı olduğu söylenen bir hükümet yine bir sembol üzerinden sıkıştırılmaya çalışılacaktır.          

            Tıpkı “Türkçe namaz” meselesinde olduğu gibi...

            Peki, İslam ülkelerinde siyaset neden bu denli sefilleri oynuyor ve neden “semboller” üzerinden bu denli hoyrat ve despot.

            Devam edeceğiz, inşallah!