İnsan ile Tanrı arasındaki ontolojik ilişki yaratma-yaratılma ilişkisidir. Dinlerde ve felsefenin kahir ekseriyetinde bu ilişki, yaratanın Tanrı; yaratılanında insan olduğu şeklinde ortaya konulur…

 

         Nietzsche’de bu ilişkiyi kabul eder,lakin denklemi tersine çevirir. Ona göre yaratan insan, yaratılan ise tanrıdır.

         Yani Tanrıyı insanın yaratısı olarak görürken, insanın mevcudiyetini “oluş” ile açıklar. Tıpkı diğer var olanların mevcudiyetine getirdiği izah gibi.

         Düşünür “Güç istenci” isimli eserinin 136 numaralı pasajında aynen şöyle der:

         “ Buna göre, insandaki bütün büyük ve güçlü yan insanüstü ve yabancı olarak tasarlandı, böylece insan kendini küçülttü. O çok zavallı ve zayıf ve çok güçlü ve şaşırtıcı yanını iki alana ayırdı, ilki insan diye adlandırıldı, ikincisi “Tanrı” diye isimlendirildi”

         Nietzsche(1844-1900) bu kanaate varırken yine kendisi gibi bir Alman Düşünür olan Ludwig Feuerbach’dan(1804-1872) esinlendiği aşikârdır. Feuerbach din olgusunun, insanın zihinsel bir hayali ve düşü olduğu kanaatindedir. Bu hayal insanla birlikte değişmekte ve gelişmektedir.

         İnsan ile hayvan arasındaki fark nedir? Değişmesi gelişmesi ve hatta kendisini aşmasıdır. Gelişen insanın, her gelişme safhasında din ve tanrı görüşleri değişmiş ve gelişmiştir.

         Bu bağlamda din, insanın kendisini aşması ve esasen kendi özünü ideal terimlerle nesnelleştirmesi yoludur. İşte bu nesnelleştirme olayına Feuerbach “tanrı” diyecektir.

 

         Buna göre insanın “tanrı” dediği şey aslında kendisidir. O kendi doğasına yabancılaşmış ve kendi üstün meziyetlerini, kendisi dışında bir varlık tasarlayarak ona atfetmiştir. Tanrıyı büyütüp yüceltirken, bir o oranda da kendisini küçültmüş ve acizleştirmiştir. Oysa insanın “tanrı” diye yücelttiği özelliklerin hepside esasen insanın özüne dair yüceliklerdir.

         Mesela “iyilik”,  “güzellik”, “kudret”, “yaratmak” gibi hasletler aslında insanın özüne dair ve kendisinin malıdır. Ama o bunları kendisinden alıp hayali bir varlık olan “tanrı”ya bahşeder.

 

         Böylece insan kendisini olumsuzlar ve fakirleştirmek suretiyle tanrıyı zenginleştirmiş olur.

 

         Feuerbach bu görüşünün doğal bir neticesi olarak tanrıyı antropolojik olarak inceler. İnsanların gelişmesi ile birlikte tanrı telakkisi de gelişerek değişmiştir… Ona göre Protestanlık, diğer inançlara göre “tanrı” diye tapınılan şeyin insan olduğunu fark etmenin çok yakınına kadar yaklaşmıştır.

         Diğer Hıristiyan mezheplerine göre Protestanlık tanrıyı biraz daha soyut kabul etmiş ve kilisede resim ve tasvirlere karşı çıkmıştır. Enteresan ki Nietzsche’nin hem babası ve hem de dedesi Protestan papazıdır.

 

         Yani Nietzsche, fikir babası Feuerbach’ın dediği gibi bir adım daha atmış ve insanın tanrılığını ilan etmiştir… Tabiî ki bütün insanların değil sadece kendisi gibi değerler yaratabilecek evsaftaki insanın.

 

         Feuerbach’dan esinlenen sadece Nietzsche değildir. Mesela Mısırlı Düşünür Hasan Hanefî’de bu düşünürden oldukça etkilenmiştir. O, “İslam Kültüründe İnsan ve Tarih. Eleştirel Bir Bakış” adı ile tercüme edilen yapıtında, İlahi Zat’a ait yedi sıfatın aslında insana ait olduğunu ileri sürerek bu sıfatların geri alınmasını talep etmiştir(!) İlim, kudret, hayat, duyma, görme, konuşma ve irade sıfatları geri alınacak olursa Müslümanların hayata küsmeyip uzaklaşmayacağını ve tarihin dışında yaşamayıp acziyetten kurtulmuş olacağını(!) iddia etmiştir.

         Ne kadar da kolay(!) değil mi?

         Acaba insanlar neden böyle düşünürler? Sanırım, bu sorunun cevabı en güzel şekilde yine Nietzsche tarafından verilmiştir. Filozof “Böyle Buyurdu Zerdüşt” isimli kitabının  “Mutlu Adalarda” başlıklı bölümünde aynen şöyle der:

         “Size yüreğimi tamamen açmamı isterseniz, dostlarım: eğer tanrılar olsaydı, nasıl dayanırdım ben, bir tanrı olmayışıma! Demek ki tanrılar yok.”

         İşte olay bu kadar açık ve net! Yüreğini açan Nietzsche bütün samimiyetiyle itiraf ediyor: tanrının varlığını kabul etmem demek, benim tanrı olmaktan istifa etmem demektir. Bense bir tanrı olmayışıma dayanamam, o zaman tanrı yoktur.

         Ne hoş bir mantık(!) değil mi?

 

         Bazıları Nietzsche’nin probleminin Tanrı ile değil, Hıristiyanlığın tanrı anlayışı ile ilgili olduğunu söyleyip bu konuda onu mazur kılmaya çalışsalar da,  bu bana biraz gayretkeş bir tavır olarak görülmektedir.

 

         Her ne kadar Anti-Christ/Deccal kitabında 47 nolu pasajında Nietzsche’nin “bizi farklı kılan ne tarihte, ne doğada ne de doğanın arkasında herhangi bir tanrı bulmamamız değil, tanrı diye saygı duyulanı tanrıya benzer bulmamamızdadır” şeklindeki sözüne istinat ederek, düşünürü masum göstermek isteyenler, iddialarını müdellel kılmaya çalışsalar da, bu bence doğru değildir.

         Çünkü tarih boyunca hiçbir inkârcı mutlak “ yok “dememiş, sadece nefsini ilahlaştırırken yaptığını aklileştirmeye çalışmıştır.

         Bunun en güzel örneğini “Ben sizin en yüce ilahınız değil miyim?” diyen Fir’avun’un aynı zamanda Tanrının varlığına hatta Hz. Musa’nın elçiliğine inandığına dair bilgi aktaran, Araf suresinin 134 ve 135. Kur’an ayetleridir.

         Son olarak bazıları neden yaratıcısını itiraftan içtinap eder?

         Bu sorunun en veciz cevabı yine Nietzsche’dedir. O “İnsanca, Pek İnsanca” isimli yapıtının 1.Kitabında 323. pasajında, diğer bir itirafta bulunur:

         “Büyük bir armağan veren kimse, şükranla karşılanmaz; çünkü armağan verilen kişi, almakla zaten çok büyük bir yükün altına girmiştir”

         Bazıları demek bu psikolojiyle nankör oluyor...

         Yaratılmak armağanların en büyüğü değil midir?