Yeni tanıştığım zat mukaddes beldeleri işte böyle anlatıyordu. Ağzından dökülen her cümle, etrafındaki dinleyicileri adeta büyülüyordu. Aslında keramet kendisinde değil, Kâbe’deydi. O, sadece hissettiklerini en uygun şekilde lisana döküyor dolayısıyla karşısındakilere hissettirebiliyordu.
            Lakin konuşma hep aynı duygu atmosferi içerisinde devam etmedi.
            Çünkü konu Suudi Krallığına ve Osmanlıya gelip dayanmıştı...
            Daha doğrusu ihanet edene ve ihanete uğrayana!
            Bu sohbetin cereyan ettiği esnada henüz Kral Abdullah ölmemişti, ama ölüm döşeğinde olduğu herkesin malumuydu. Hatta bazıları yaklaşan ölümün ülkede yaşanması mukadder değişimi hızlandıracağından bile söz ediyordu.
            Çünkü Suudi Arabistan’da nüfusun ancak %12’sine tekabül eden Kraliyet soyundan gelen azınlığın dışında hayatından memnun olan kimse yoktu. Mutlu azınlık çalışmaz gece gündüz lüks içerisinde yaşarken çoğunluk boğaz tokluğuna çalışmak suretiyle onlara hizmet ediyordu. Bunların içerisinde Afrika ve Bangladeş gibi son derece fakir bölgelerden çalışmak için gelen Müslümanlarda vardı.
            Dostumuz bu azınlık içerisinde ahlaksızlığın diz boyu olduğunu üzülerek aktarınca dinleyicilerden birisi hayretle “orada şeriat yok mu, nasıl böyle çirkinlikler işlenir?” diye sormaktan kendini alamadı. Aldığı cevap beni gerçekten çok müteessir etmişti:
            “Suudi Arabistan’da şeriat da hukuk da fakirler içindir. Güçlülere işlemez, bir yolu bulunur ve onlar muhakkak kurtarılır”
            İnsanın dinlerken tiksinmemesi mümkün değildi. Ayrıca anlatılanların fazla değil eksik bile kaldığı, Mısır’da Sisi’nin askeri darbesinden sonra yaşanılanlarla ortada değil miydi? Darbeciler ihtilal yaptıktan sonra ilk icraat olarak Filistinlileri hayata bağlayan tünelleri kapatmıştı; bunun üzerine Sisi’yi ilk ziyaret eden, üstelik özel uçağıyla ümmetin paralarını götürerek hukuksuzluğu destekleyen Suudi Kralı değil miydi?
            Yaz sıcağında, üstelik Ramazan ayında orucuyla meydanda darbeyi protesto eden Mısırlı Müslümanların üzerine, darbeciler, yağmur gibi kurşun yağdırmış ve binlercesinin ölümüne sebebiyet vermişti.
            Şimdi, bu zalimin safında yer tutan, zulmüne yardımcı olan Kral yaptıklarının hesabını vermekle meşgul. Hem de çetin bir hesap! Çünkü hesap verdiği makamı ne satın alması ve nede yalan ile ikna edebilmesi mümkün.
            Dostumuz, Suudilerin Osmanlı eserlerine olan düşmanca tutumuna da değindikten sonra Türkiye’nin son zamanlarda oynamış olduğu rol nedeniyle, yönetimde hissedilen rahatsızlıktan söz etmeye başladı. Suudilere göre Türkiye Osmanlı olmaya özeniyormuş ve buda onlarda büyük bir endişe ve korkuya sebebiyet veriyormuş.
            Veriyormuş çünkü halktan insanlar nerede bir Türk görse onlara sempati ile bakıyor hatta avucunu yumup başparmağını yukarıya doğru kaldırarak “Türkiye” diyerek sevgisini gösteriyormuş.
            Durumun farkında olan yönetim ise her fırsatta Türkiye’yi kötülemek gayretine düşmüş. Hatta denildiğine göre Türkiye’de dinsizlik ve ahlaksızlık olduğuna dair konuşma yapan bir üniversite hocası taltif edilerek Bakan dahi yapılmış.
            İş bununla da kalmamış, Suudi İstihbaratı “Osmanlının Avdeti” isimli bir kitap yazdırarak gelişmelerin önünü almak istemiş. Dostumuzun dediğine göre kitap Türklerin her geçen gün Osmanlı olmaya heves ettiklerini, bunun muhakkak önlenmesi gerektiğini, girdikleri yerden bir daha çıkartılmalarının mümkün olmadığını, durdurulmazlarsa her şeyin çok geç olabileceğini işleyen  hezeyanlarla doluymuş.
            Ben bunu duyar duymaz, kardeşimizin sözünü kesip kitabın bir nüshasını hediye edip edemeyeceğini sordum. Dostumuz “neden?” diye sorunca da “gelişmelerden bizlerinde  haberinin olması gerektiğini, umulur ki tercüme ettirip basabilecek bir yayınevi bulabileceğimi” söyleyince dostumuz “yarın kitaptan bir adet size getireyim” diyerek sohbetine devam etti.
            Ben onun dinlemeye devam ederken aklıma merhum Baykan Sezer geliverdi. Zira o eserlerinde Anadolu’yu çok önemser, lakin bir şartla dünya siyaseti gütmek şartıyla. Şayet siyasetten mahrum olursa Anadolu önemini göstermekten mahrum kalacaktır, ona göre.
            Ertesi gün dostumuz gerçekten gelip söz verdiği kitabın bir nüshasını bana verdi.
            Böylece beni bir sorumluluk altına da almış oldu.
            Bende buradan ilgilenenlerine duyurmayı uygun buldum...