Bediüzzaman Said Nursi mahpushanedekilere hitaben, onları teskin etmek için şöyle söyler:
    “O’nu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. O’nu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır!”
    Ne müthiş bir muamma Ya Rabbi! Zindandakiler bahtiyarken; saraydakiler bedbaht, üstelik asıl zindanda olanlar da onlar.
    Demek ki saltanat sürercesine hayat yaşayan bazıları, hapse atılmış bazılarına göre çok daha nasipsiz ve çok daha acınacak durumda.
    İşin sırrı da O’nda... O’ndan mahrum kalıp kalmadığında… Yoksa mekânda, yani sarayda veya zindan da değil.
    Zindan neyi mahrum kılmak içindir? Özgürlüğü... Demek ki O’ndan mahrumiyet özgürlükten mahrumiyet demekmiş.
    Bu durumda O’nu bulmak özgürlüğü bulmak demektir de aynı zamanda.
    Bulmak aramanın sonucu; aramak ise ihtiyaç duymanın, kendinde eksiklik hissetmenin neticesi.
    Tamam, eksikliğini hissettik ve aramaya karar verdik ama nasıl? İşte bu herkesin kendi macerası. Her kişinin yalnız başına çıkması gereken çetin ve tek kişilik bir yol. Göze alıp almamak da onun şahsi kararı.
    Peki ya örneği? Olmaz olur mu hiç? Sayılamayacak kadar çok. Ama en dikkate alınması gereken Efendimize ait olanı.
    Efendimizin ilk dönemlerinde Mekke’nin en ulu önderi Ebu Cehil’di. Asıl künyesi ise Ebu’l-Hakem; yani hükmün, hikmetin adaletin babası demek olan bu kişi Müslümanlarca Ebu Cehil, yani “cehaletin babası” olarak anılacaktır. Ondaki bu irtifa kaybı esasen Mekke’de ki değerler sisteminin çökmesinden kaynaklanır.
    Evet, bir değerler sistemi çöküyordu. Yargılarıyla, “varlık” ve “ bilgi” telakkisiyle; adalet anlayışıyla müesses nizam onulmaz bir sarsıntı geçiriyordu.
    Toplumların başına gelen bu vakıaya Nietzsche “decadence” der; yani tefessüh: çökme, düşme, çürüme bozulma kokuşma anlamlarına gelen bu kelimeyle anlatmaya çalışır yaşanan içtimai gebelik halini.
    Hamidullah Hoca yaşanan tefessühle ilgili çok çarpıcı bir örnek verir. Hz. İbrahim tarafından inşa edilen tevhidin sembolü olan Kâbe’de tam 360 adet put vardır. Benû Hanîfe kabilesi de tapınmak üzere un ve hurmadan muazzam bir put dikmiştir. Ancak çıkan bir kıtlıkta bu putlarını parçalar halinde koparıp koparıp yemişlerdir.
    İşte yaşanan dibe vurmanın en şedit halidir. İnsanlığın ulaşabileceği en karanlık çukur.  Eğer Kâbe inşa edilirken, hissedilen ve yaşanan değerler sistemi bu denli çöküyor, değişiyor ve infisah ediyorsa yerine yenisi ikame edilecek demektir.
    Efendimiz gençliğinde bu değerlere hiçbir değer vermez. Aksine, içerisinde yaşadığı toplumdan eli yettiğince yardımını da esirgemez.
    Mesela 35 yaşları civarındayken, yanan Kâbe’nin tamiratı esnasında sıra Hacer’ul- Esved taşını yerine yerleştirmeye gelmiştir. Bundan sonrası kabileler arasında büyük bir ihtilafa yol açar. Çünkü her kabile, bu şerefe kendisini layık görmektedir. Hatta iş o raddeye gelir ki, Hamidullah Hocanın belirttiğine göre her bir kabilenin reisi içinde kan dolu kâselerle ortaya çıkıp bu isteğinden asla vazgeçmeyeceklerine yemin ederler.
    Üstelik her biri elinde taşıdığı kanı yalayarak…
    Durumun vahametini sezen yaşlı bir zat ortaya bir fikir atar : “durumu Allah’a havale edelim ve ilk gelen kişiyi bu konuda hakem tayin edelim” der
    İlk gelen Efendimizdir. Vaziyet kendisine izah edilir; O mübarek elleriyle bir örtü serer ve Hacer’ul-Esved’i üzerine yerleştirir ve kabile reislerine dönerek; “her biriniz tutun bezin bir ucundan” der.
    Yine bir gün Ebu Cehil Arâş Kabilesinin bir mensubundan mal alır ve bedelini ödemez. Yabancı, Hılf’ul-Fudûl yani Erdemliler Sözleşmesinin mimarı ve Başkanı olan Efendimizin kapısını çalar, Efendimizde Ebu Cehil’in kapısını.
    Ancak Efendimizin artık ruhu sıkılmaktadır. Hatta sıkıntısı dayanılmaz boyutlara ulaşmıştır. Ne ticaret nede çevrede el- Emin olarak tanınmak onu tatmin etmektedir. Zira O yaşanan çöküntüye bir çare olamadığının farkındadır.
    Zira hiç ama hiç tapmadığı Putlar işte oradadır; İnsanlığın onuru yine ayaklar altındadır; zulüm ve işkence alenidir; bütün bir hayat sanki yalan üzerine kurulmuş gibidir.
Asil Ruhu ızdırap içerisindedir… Her şeyi, tedavülde olan ne varsa her şeyi arkasına atıp, yalnızlığa doğru gitmek istemektedir.
Diğer bir deyişle Mekke’nin manevi çölünden kendi çölüne, yani yalnızlığına.
Karşıda bir dağ vardır: Nur Dağı… Ve o dağda da bir mağara: Hıra Mağarası.
İşte Efendimiz azığını alır ve o mağaraya doğru yönelir... Her şeyi arkasına almış giderken, her şeyi kuşatanın lütfüne mazhar olacağını tahmin bile edemeden.