Ramazan'ın gelişine aklı başında kimse kayıtsız kalamaz. En çok da çocuklar merakla sorar durur:

-Ben de tutacak mıyım oruç? Hiçbir şey yemicem di mi? Gene tekne orucu mu tutucam? Unutarak yersem bozulur mu? Gece camiye de gelecek miyim? 

Ramazan'ın gelmesi çocukluğumuzdan beri güzel bir heyecan sebebidir. İyi ki de böyle. Ya hiç oruç tutulmayan evlerden birinde büyüseydik. Sağlıkla ilgili engeli olmadığı halde sahurda, sabah namazlarında ışığı hiç yanmayan binaların huzursuz sakinleri olsaydık. Cadde ve sokaklarda oruçluları hiç umursamadan güle oynaya yemek yiyen gençlerden biri de biz olsaydık. Akşam ezanını hiç duymamış, iftar sevincini hiç yaşamamış olanlardan... Ramazan ayı yaklaşırken en ufak bir hazırlık gereği duymayan, yüreğinde kıpırtı hissetmeyen ancak yılbaşında onbeş gün öncesinden hazırlık yapan, hindisini pişirip ağacını süsleyip tüm temennilerini yeni bir takvime yükleyenlerden olsaydık misal...

Elhamdülillah bazı insanlardan daha kısmetliyiz. Ama bu nimete sahip olamayan diğerleri için mevcut olan sorumluluğumuzu azaltmıyor. Aksine yükümüz ağır, mesuliyetimiz fazla.

"Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz." (Bakara, 183) diyor Allah'u Teala. Oruç ve korunmak...

Tuttuğumuz oruç bizi kötü olan, yanlış olan herşeyden öyle korumalı, öyle güzelleştirmeli, öyle insanlaştırmalı ki bizi görenler "Sen ne yapıyorsun ki böyle aydınlık, böyle sahici, gerçek bir insana dönüşmüşsün." diyebilmeli. Hani sürekli, temcit pilavı gibi söylenir ya "Oruç tutuyor ama yetime bir gram merhameti yok. Namaz kılıyor ama kul hakkından gökdelen diker. Başını örtüyor ama yalan, gıybet gırla gider. Sanki bunları yapmayanlar otomatikman temiz kalpli ve iyi ahlaklıymış gibi. Suçlu, sorumlu hep İslam oluverir. 


"Tut beni ey oruç." der şair. Kim kimi tutuyor peki? Günahlardan, kötülüğe, zulme giden adımlardan bizi ne alıkoyuyor? Okuduğumuz hatimler, bir çırpıda, anlamını hiç düşünmeden okuduğumuz ilahi mesajlar, sesten eyleme ve ahlaka dönüşmeye vakit bulamıyor mu yoksa? 

Ve bunun sonucu olarak namaz gibi oruç da evlerden koşarak uzaklaşır. "Ahhhh nerde o eski Ramazanlar" derken artık Karagözlü Hacivatlı tam tekmil geleneği yansıtan ay değildir özlenen. Oruç ibadetini de yanında getirip götüren aydır hasret duyulan...

İki yıldır pandemi sebebiyle sere serpe kalabalık sofralar kurulamadı. Gizli saklı, kaçak köçek yedik belki iftarlarımızı. Şükürler olsun artık iftarlarımızda da namazlarımızda da rahatça bir arada olacağız. Ama lütfen ibadetlerimizi mükellef sofralarla, israfla noktalandırmayalım. Açlığımız çatlayana kadar yiyip içtikten sonra çöpe giden nimetleri görmeyecek kadar kör kütük doymuş olarak son bulmasın. Oruçluyken arındığımız dünya, iftarla birlikte tüm hücrelerimize yeniden sirayet etmesin. Yoksul bir çocuğun elinden tutarken, bir tas çorba ikram ederken "Aynı ırktan mıyız, değil miyiz?" diye soran, kendini topraktan üstün gören ateşin çocukları olmayalım.

Sezai Karakoç orucu canlı bir varlık olarak görür:

 "Oruç geldiğinden daha zengin gitsin. Verdiğinden daha çok alsın. Yanına gideceği eski oruçlara katacağı, söyleyeceği çok şeyler bulunsun. Çağımız Müslümanlarının portresini eski çağ müminlerinin portrelerinin yanına çizecek ya, bizim öyle bir portremizi çizsin ki, ilerde gün olur ki, o portreyi bize gösterirler, utanmayalım o zaman ondan." der.

Ey Ramazan! Ey oruç ve ey Kuran! Fani olduğumuzu unutup çokça dalıverdiğimiz dünyadan biraz da olsa sıyır bizi. Kendimizi değil kardeşlerimizi sevmeyi, kibrimizi, enaniyetimizi bitirip toprak gibi tevazu içinde yaşamayı öğret. Rabb'im bu aydan eli boş, hüsran ile çıkanlardan eyleme bizi!...