Yunanlı düşünür Aristoteles’in, gezegenlerin gökyüzünde dönmelerinin sebebinin “Tanrı Sevgisi”  nedeniyle olduğuna dair izahını okuyunca “ne kadar da doğru!” diyerek yerimden hopladığımı hâlâ daha hatırlarım.

         Evet, o yüz milyarlarca gezegen gökyüzünde Tanrı Sevgisi ile dönüyorlardı… Yani gökyüzünde aşk vardı, cümbüş vardı; adeta bir düğün oluyormuşçasına süregelen bir hareket vardı.

         Coşku vardı, neşe vardı… Yıllar önce lapa lapa kar yağıyordu. Kar taneleri o kadar iriydi ki dayanamayıp pencere kenarına kadar geldim. Yüzümü cama dayadım ve yukarıya doğru baktım. Aman Allah’ım! O taneler ne kadarda güzeldiler; döne döne düşüyorlardı ve hiçbirisi diğerine çarpmıyordu, hâlbuki ne kadarda sık ve çoktular; hiç biriside diğerine benzemez bir şekle sahipti.

         Onlar salına salına düşerlerken anladım ki yukarılarda cümbüş vardı, sevgi vardı, insanı neşeye çağıran bir davet vardı.

         Tamam, büyük cisim küçük cismi çeker bu nedenle gezegenler döner, bulut soğuk hava ile temas edince kar haline gelir ve yeryüzüne düşer.

         Bilim böyle der… Tamam, bir itirazım yok… Ancak gönlüm yaşanan bu neşeye dikkatimi çeker; varlığın “sevgi” üzerine yaratıldığı hakikatine kulaklarımı kabartmamı söyler…

         Yani varlığı dinlememi ister. Çünkü varlık konuşur… Dağı, taşı, denizi, kelebeği ve ağaçları ile “varlık” bize bir şeyler anlatır.

         Hem bilim de en küçük parçacık olan atomun merkezinde bir çekirdek olduğunu ve bu çekirdeğin etrafında elektronların büyük bir hızla döndüğünü söylemiyor mu?

         Yine şayet elektronlar dönmeyi kesip çekirdeğe düşse cisimlerin olduğundan çok küçük hale geleceğini mesela bir insanın ufacık bir bilye kadar ufalacağını söylemiyor mu?

         O zaman, demek ki her şey “sevgi” üzerine “aşk” üzerine kurulmuş demektir. Tıpkı hac farizasında Müslümanların aşk ile Kâbe’nin etrafında dönmesi gibi.

 O gözle görülmez atomun cüssesinde gökyüzünde olduğu gibi bir cümbüşü var eden nedir?

         Evet Nedir? Cevabı Mevleviler hâl lisanı ile veriyorlar. Semazenler dönerek “sema” yaparlar.

         Biliyorsunuz sema” gökyüzü anlamına gelir; diğer bir anlamı ise “işitmek”tir.

         Semazen varlığı dinler ve aşk terennümlerini işitir; bakar ki her şey sevgi ile hareket halinde o da kalkar ve neşe içinde dönmeye başlar.

         Bir gün bir sohbet ehli, “bir Müslüman ile Müslüman olmayan kişi arasındaki en önemli farklardan birisi nedir?” diye sormuştu.

         Herkes kendince cevaplar verdi. O ise aradığı cevabın bunlar olmadığını gösterdiği derin sükûtu ile ifade ediyordu.

         Evet, verilen cevapların hepsi doğruydu ama istenileni değildi.

         Nihayetinde kendisi açıkladı: “Müslüman sevdiğini Allah için sever, Müslüman olmayan ise sevdiğini Allah’ı sever gibi sever”

         Ne muazzam bir yanıt değil mi? Bir tarafta Allah için sevmek, diğer tarafta ise Allah’ı sever gibi sevmek.

         Zinhar bu halin öyle söylendiği gibi kolay olduğu izlenimini uyandırmak istemiyorum.

         Bu hâl kibirle tamamen ters orantılıdır. Kibir ne denli azgınsa sevgin de o denli, çıkarın ve nefsin içindir… Kibir ne kadar az ise “Allah için” sevmek ve varlığın yaşadığı cümbüşe dahil olmak o denli fazla ve haz vericidir.

         Yine Ramazan ayı geldi. Hoş geldi, sefalar getirdi!

         Bu ay bizden fedakârlık istiyor. Bedensel rahatımızdan taviz vermemizi istiyor. Üstelik bu sıcak mevsim de.

         Birileri buzlu viskilerini yudumlarken bizlerin bu tavrını akıl dışı bulabilir. “Bu insanlar neden kendilerini aç bırakıyor ve bazı zevklerden nefislerini mahrum kılıyor” diye taaccüp eder ve hatta böyle davranmadıkları için kendisi ile gurur dahi duyabilir.

         O akılcıdır,  bilimsel takılan ilericinin tekidir.

         Ama “varlık”ın söylediği aşk şarkılarına karşı kulakları tıkalıdır. O “sema” edemediği için âlemde yaşanan cümbüşten habersizdir.

         Zira o mütekebbirdir. Yani kibir sahibidir… Kime karşı? Evrende yaşanan cümbüşün sahibine karşı.

         Kur’an bize bütün mevcudatın Allah’ı zikrettiğini söyler.

         Bizleri evrendeki yaşanan bu sevince ve neşeye katılmaya çağırır.

         Ramazanda O’nun için aç kalarak nefsimize hâkim olmanın antrenmanını yaparız. Bu “kibir”in törpülenmesi demektir. Kibir törpülendikçe de varlığı sevmenin, çıkar ve menfaatimiz için değil O’nun için sevmenin sırrının bizlere açılacağını umarak itaat ederiz.

         Onun için ramazanı sever, orucu sever ve birlikte yaşadığımız iftar sevincini yaşamayı hep arzularız… İnsanı ve bütün varlığı severiz. Bu nedenle hayatı ne bir külfet ve ne de avunma yeri olarak görmez ve yaşamayı olumlarız.

 Rabbimize ellerimizi açar ve dua ederiz… Dua; kulluğun yaşanan en mükemmel mertebesi.

         Varsın birileri bizleri “akıl” malullüğü ile itham etsin!

         Bizler, kozmosta yaşanan cümbüşe davetiye almanın peşindeyiz…