İblis’in Şeytan olması ne anlama gelir? Kendisine yabancılaşmasına! Kibirlenmek suretiyle yasayı çiğneyerek son sözün kendisince söyleneceği zehabına kapılmasına; böylece ontolojik gerçeğinin dışına çıkmasına! Tanrı gibi olmaya özenerek, nefsinin merkeze yerleşebileceğini vehmetmesine!

            İblis, Tanrı’yı taklit etmiş lakin Tanrı olamadığı gibi kendisine yabancılaşarak “Şeytan” haline gelmiştir.

            Şeytanlaşmanın/yabancılaşmanın/tanrıyı taklit etmenin altında yatan iki temel faktör bulunur: kibir ve şehvet. Kibir yanıcıdır, aniden ateş alır ve parlar. Şehveti tutuşturur, harekete geçen şehvette içinde barındığı bünyeyi yakar, nihayetinde ardından simsiyah bir kül bırakır. İşte bu kül inançsızlığın adıdır.

            Gerçi aşkta yakar. Mevlana’nın deyimiyle aşk bir yokluk deryasıdır. Senail Özkan bunu aşkın bir ateş denizi olmasıyla açıklar. Evet, aşk yakar ve her şeyi yok eder, lakin bir farkla sevgili dışındaki her şeyi.

            Peki ya inançsızlık?  Yahut kibir ile şehvetin el ele vermiş hali? Onlarda yakar ama aşk gibi sevileni istisna etmez, aksine sadece sevileni yakar, hem de en gaddarcasına, en vahşicesine.

            Aşkta sevilen belli! Tamamda kibir ve şehvet ikilisinin yangınında kül olan sevilen kim? Cevabı çok basit: Seven... Seven yaktığı ateşle kendisini yakar, çünkü sevdiği kendisinden başkası değildir de ondan.

            İşte aşk ile kibir- şehvet ikilisinin çıkardığı ateşler arasında böyle önemli bir fark vardır. Sevilenin birinde yanarken diğerinde yanmaması! Sevenin sonu ise her ikisinde de müşterek: Yanmak.

            Lügatte “kibir” belli: büyüklük taslamak... Şehvete gelince onu yalnızca cinsel arzu şeklinde anlamak zannımca yanlış! İsterseniz bu konuda Necmettin Şahinler tarafından kaleme alınan ve merhum Ahmed Yüksel Özemre’nin eserlerinde geçen “Misalli Kelimeler/Kavramlar Sözlüğüne müracaat edelim:

            “1.Bir şeye karşı hissedilen şiddetli arzu, ihtiras. 2.Cinsi arzu. 3.Nefis. 4.Nefis azgınlığı. Şehvet aklın zıddıdır; şehvetin kökeni de akıl değil vehimdir. Şehveti dokuyan akla Akıl denmez. O,akıl görünümü altında kendini izhâr eden, fakat aslında Akıl altınının kalpı olan vehimdir. Vehim hep akıl ile savaşır durur; ona benzer ama o değildir!”

            Şimdi anlaşıldı değil mi, İblis’in “beni ateşten, onu topraktan yarattın, ateş topraktan üstündür” diyerek akıl yürütmesinin ne sebeple Akıl olmadığını. Akıl olmayıp akıl görünümünde vehim olduğunu. İblis kibrinin yaktığı ateş ile güya akıl yürütmüş ve nihayetinde kovularak kendisini yakanlardan olmuştur.

            Şehvetin sadece cinsel arzu ile sınırlanmayıp nefsin tüm arzu ve isteklerini kapsaması durumunda artık Freud’un libidosu ile Nietzsche’nin güç istenci arasında “şehvet”  noktayı nazarından hiçbir fark kalmamaktadır. Heidegger Nietzsche’yi, oluşun arkasında her daim aradığı şehvet boyutundaki “güç istenci” nazariyesi nedeniyle son metafizikçi olarak niteler. Hâlbuki kendisi metafiziğin cellâdı olduğu iddiasındadır. Hüseyin Aydın ise onun bu fikri sabitini bünyesinin zayıflığı ve hastalığı ile ilişkilendirir. Hatta bu hususiyeti ifşa eden aforizmaları delil olarak sunar. “ Sıhhat istemimden, yaşama istemimden kurdum felsefemi... Hele bir düşünülsün: Kötümserliğe son vermediğim zaman, canlılığımın en düşük olduğu yıllardır. Kendimi yeni baştan kurmam, yoksulluk ve yılgınlık felsefesini bana yasaklamıştı” (Metafizikçi olarak Nietzsche Sh: 7) Kısacası Nietzsche’nin geliştirdiği “güç istenci” söylemi aslında kendi zayıflığının ve hastalığının bir tezahürüdür. Hasta ve biyolojik olarak güçsüz olan bir zayıf insanın kuvvet isteminin çaba ve özlemidir.

            Zaten İblis’te bu haletiruhiye içerisinde Şeytan haline dönüşmüştür. Âdem karşısındaki zayıflığını izzetinefsine yediremeyerek felsefesini/kıyasını kurup, tutulmuş olduğu ”güç istenci” krizi ile çıkardığı ateşte kendisini yakmıştır.

            Peki ya Âdem? Âdem’de Şeytan gibi kovulmuş mudur? Hıristiyanlığın iddia ettiği gibi işlediği ilk günahla bütün neslinin günahkâr olmasına mı sebebiyet vermiştir?

Doğan her çocuk boynunda Âdem babasının günahı mı ile dünyaya gelmektedir?

Daha da önemlisi yeryüzü insana yabancılık çektireceği bir yer midir? Varoluşçu felsefenin savunduğu gibi insan dünyaya fırlatılmış mıdır? Yoksa gönderilmiş midir? Fırlatılmışlık yahut gönderilmişlik ne anlama gelmektedir? Şayet gönderilmişse bu varlık alanı içerisinde ne anlama gelmektedir?