Hukuk Fakültesi yıllarımda bir hoca anlattığı dersi daha anlaşılır kılmak amacıyla Goethe’den bir söz aktarmıştı. Dersini ve ismini unutmuş olmama rağmen aktarmış olduğu söz halen daha hafızamda taptaze:

“İnsanlara oldukları gibi değil de, olmalarını istediğiniz gibi davranırsanız, onları hiç olmazsa bir parça dahi olsa iyileştirmiş olursunuz”

Hoca bunu şöyle bir örnekle açmıştı: Bir mağazanın tezgâhtarlarının hepside aksi ve asık suratlı kişilermiş. Gelen müşteriye karşı gülümsemez ve ilgilenmezlermiş. Adam bakmış olacak gibi değil, mağazanın duvarına kocaman bir yazı yazmış: Bu işyerinde çalışan tezgâhtarların hepsi de dünyanın en güler yüzlü insanlarıdır.

Yani çalışanlarına oldukları gibi değil, olmalarını istediği gibi davranmış. Bir süre sonra bakmış ki çalışanlar gülümsemeye çalışıyor, müşterilere karşı biraz daha nazik davranıyorlar. Belli bir müddet geçtikten sonra o akıllı işverenin çalışanları gerçekten de dünyanın en güler yüzlü tezgâhtarları haline gelivermiş.

Geçenlerde basında Ayşen Gruda’nın sözlerini okuyunca Goethe’nin bu fevkalade sözü aklıma geldi.

“Eğer bu konuda katkım olacak ise mağaralara kadar gitmeye razıyım. PKK mağaralarına giderim. Çünkü onlar bana bir şey yapmazlar. Onlarda benim filmlerimle büyüdüler. Bende endişeliyim ki o filmlerin neresinde yanlış yaptığımı düşünüyorum.”

Aşk olsun! Ne kadar tabii ve içten ise bir o kadar da ders çıkarılacak müthiş bir cümle. Tam bir sanatçı duyarlığı!

 Birde ağzından köpükler saçarak tehditler savuranları, barış denince karamsar tablolar çizenleri hatırladıkça insan iyi ki duyarlıklı sanatçılar var ülkemde diye umutlanıyor.

Gruda evvela ben de dağa çıkayım diyor. Mağaralarına kadar gideyim, onları ikna edeyim diyor. Onlarda bizim çocuklarımız diyor. Yani onlara “dağdaki terörist” diye kolaycı bir yaklaşım sergilemiyor. “İnsan” gibi davranıyor. Sözün güzelini kullanıp insanları iç dünyalarından yakalamayı yeğliyor. Onları istenir konuma getirmeye çalışıyor.

 Fakat kendisini riske attığının da farkında... Yıllardır ekilen düşmanlık tohumlarının ne denli acımasız ve kan içici olduğunun farkında.

Ama “bana bir şey yapmazlar” diye kendisini teskin ediyor.

Neden?  Çünkü “onlarda benim filmlerimle büyüdüler” diyor. Gerçekten öyle değil mi? Bizlerin çocukları hep aynı filmlerle büyümediler mi? Aynı kültürden, aynı toplumsal yapıdan süt emmediler mi?

Sonrada Sayın Gruda bir özeleştiri yapıyor: “O filmlerin neresinde yanlış yaptığımı düşünüyorum”

Evet, bir yanlış var ve bu yanlış nerede yapıldı? Ayşen Gruda’nın kendisine sorduğu bu soruyu keşke toplum olarak ve devlet olarak sorabilme erdemini zamanında gösterebilseydik.

Bizleri ideolojilerinin o demir kafeslerine çağıranların yerine vicdanımızın sesini dinleyebilseydik... Dinleyebilseydik de bu kadar Türk ve Kürt genci heba olmasaydı.

Tarih bizi bir yol ayrımına getirdi. Ya bu anlamsız çekişmenin sonucunda iyice içimize büzülüp birlikte yok olup gideceğiz.

Ya da değişen bu dünyada birlik olup yeni muhteşem geleceklere doğru yelken açacağız. Bu kadar basit. Ve her şey bizlerin ellerinde!

PKK/BDP/KCK çizgisine tamamen güvenilebilir mi? Elbette ki hayır! Çünkü onlar Kürtçüler.

Fakat bu konuda şu hususu da unutmamak lazım: “ulus” “ulus devlet” gibi modern hastalıklarla henüz karşılaştılar. “İslam” onların nezdinde yeni yeni,  insanların sadece ahiret işlerinin rahatlatıcısı. Müslümanlar içerisinde bu konularda en geç kalan Kürtler. Bir başka ifade ile geleneklerini en son terk eden  onlar. Ama Müslümanlar aynı delikten bu kadar da ısırılmaz ki?

Ve yine unutulmamalı ki Kürtlerin kahir ekseriyeti halen daha geleneklerine bağlı. Birileri de onları “feodalite” gibi batılı bir sürecin kavramıyla suçlamakla meşgul; bilgiç, bilgiç.

Goethe’nin sözünü anımsatır bir sözü halkımızda söylemiş: “söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı” diyerek.

Evet, söz olsun ki kessin şu savaşı, yok etsin kinleri, umutla doldursun geleceğimizi.

Savaş severler istemese de!