Bilmeyenler olabilir; bu nedenle önce tarifini yapalım: tahtadan yontularak yapılan, lastik bir tasma ile tutturulan ve ıslak zeminlerde ayağa takılarak kullanılan bir nevi ayakkabının adıdır takunya. Daha zarif ve yüksek olanına ise nâlin ismi verilir.

Islak zemin denince akla ilk gelen yer hamamlardır. Şimdi bilmiyorum ama eskiden hamama girilince takunya kullanılırdı.

 Takunyanın kullanıldığı başka bir mekân da cami avlusudur. Bir köşeye yerleştirilmiş takunyalıkta sıralar halinde dizili vaziyette kullanılmayı beklerler. Bilhassa sıcak yaz günlerinde insanın ayakkabısını ve çorabını çıkararak takunyayı giyip serin su ile abdest alması başlı başına bir zevktir.

Ama ne yazık ki artık camilerde takunyaya pek rastlanılmıyor. Yerini lastik terlikler aldı. Şadırvana giderken o şakuduk şukuduk sesi duyamıyoruz. Abdestlerimizi sessizce alıp sessizce camiye giriyoruz.

Hâlbuki takunya öylemiydi? Çıkardığı o ses ile varlığını bizlere hissettirirdi. Abdest aldıktan sonra oturup dinlenirken ayağımızla birlikte oda kururdu.

Lastik terlikler kurumadığı gibi ayağımızın kurumasına da meydan vermiyor.

Fark bu kadarla kalsa yine iyi! Takunya yontmak suretiyle yapılıyor. Hani meşhur bir söz var ya “nalıncı keseri gibi kendine yontuyor diye”, bencil insanlar için kullanılan bu söz, ustaların nalın yaparken tahtayı kendilerine doğru yontmasından ilhamla söylenmiş ... Neyse biz yine konumuza dönelim, takunya bir ustanın eseri. Elleri ile yontarak yapıyor. Yaparken de kendisinden bir şeyler katıyor. Yine üzerini çizgiler şeklinde yontarak boyamak suretiyle nakışlar çiziyor.

Evet, belki çok sanatkârane değil ama ustalık işi, el emeği göz nuru.

Ya lastik terlik? Eritilmiş lastiğin kalıplara dökülmesi ile imal edilen ve fabrikasyon olarak seri halde üretilen bir meta.

Yani kısaca ruhsuz; ruhu olmadığı için sesi çıkmıyor, serinletmiyor, kurumuyor, hiçbir şekilde kendisini hissettirmiyor. Çünkü o bir ustanın parmaklarından değil, makinenin ritmik çalışan parçalarından süratli bir şekilde imal ediliyor.

Modernizm birazda böyle bir şey değil mi? El emeğinin yerini seri üretimin alması değil mi? Zanaatkârlığın katili olması değil mi?

Lakin bir dakika, bütün bu anlatılanlardan sakın ola ki takunyanın öyle masum bir eşya olduğu anlaşılmaya. Zira takunya Cumhuriyetle birlikte artık takunya olmaktan çıkmış bir sembol halini almıştır.

“Gezi Parkı” nesli bilmez, ama bir zamanlar bazı kesimler bu ülkede yine bazı kesimleri “takunyacı” olmakla suçlardı. Takunyacı yani irticacı; neden takunyacı? Takunya ticareti yaptığı için mi? Elbette ki hayır! O zaman? Cevap çok basit; takunyayı kullandığı için, yani abdest aldığı için. Daha da açıkçası namaz kıldığı için.

Takunyacı eşittir namaz kılan, Allah’a secde eden, ona kulluk eden. Yakıştırılan imaj: gericilik…

Takunya durup dururken elbette aklıma gelmedi. Geçen gün gazetelerde bir haber vardı. Ankara 13. Ağır Ceza Mahkemesince kabul edilen 28 Şubat iddianamesiyle açılan kamu davasında ele geçirilen bir belgeden bahsediliyordu. Bir emekli Albayın evinde ele geçirilen belgeye göre başarılı bazı komutanların “takunyacı”, “tarikatçı” diyerek yıpratılması ve yükselmesinin engelleneceği planlanmış. Sebebi ise bu komutanların Sünni olması!

Ne hazin bir olay değil mi? Bir komutanın mezhebi ile yaptığı işin alakası ne olabilir ki? Alevilerde Sünnilerde bu ülkenin evlatları değil mi? Bu mezhepçi ayrımcılığın anlamı ne?

Ve en önemlisi yararı kime? Şurası açık: ne Alevilere ne de Sünnilere.

28 Şubat dönemini görenler bilirler askeri baskının ne demek olduğunu! Önceki ihtilalların hak ihlallerini anlatmanın, anlatabilmenin imkânı bile yok.

O vakitler de “gezi parkı” protestoları mümkündü de vatandaşımız mı yapmadı? Ne mümkün!

Ne olur ülkemize sahip çıkalım, geriye götürmeyelim, kazandıklarımızın değerini bilelim. Kötü niyetlilerin heveslerini kursaklarında bırakalım.

Yoksa o zaman “gezi parkını” sahici olarak kaybetmiş oluruz.