Bugün 23 Nisan, Türkiye Büyük Millet Meclisinin kuruluş yıldönümü. İki ay sonra da genel seçimler var, yeni bir meclis şekillenecek. Seçimlerin ana teması tabi ki yeni anayasa ve Ak Parti ’nin orada yer almasını istediği başkanlık sistemi. Halbuki yeni anayasanın en önemli konusu barış süreci ve Kürtlerin/azınlıkların nasıl tanımlanacağı (ki bu aynı zamanda Türkleri tanımlamaktır) olması lazım ama her nasılsa HDP bile seçim bildirgesinde barış sürecine kısaca yer verirken, bildirgenin ana teması başkanlık sistemi karşıtlığı. Kürsüde HDP Eş Genel Başkan Selahattin Demirtaş ile yan yana duran Eş Genel Başkan Figen Yüksekdağ, Partinin İstanbul'daki toplantısında, "Bildirgemiz, Sultan'ın kâbusu ve Türkiye halklarının hayalidir. Onlar kâbus görmeye başladılar ve daha çok kâbus görecekler." diyor "Anayasamızda asla başkanlık sistemi olmayacaktır." diyor. (Bunlarda da ne çok “eş başkan” var yahu?sanki yetki paylaşılmış gibi görünüyor ama bana kalırsa herkesin gözü birbirinin üzerinde, kimse kimsenin kendisinden bir milim daha uzun olmasını istemiyor). Yani başkanlık sisteminin kurulmaması HDP için barış sürecinden daha önemli. Bazıları bunu HDP ’nin kendi tabanı dışına açılması, özellikle de CHP seçmenine zarf atması olarak değerlendiriyor ama bence açıkça HDP ’nin barış sürecine vermediği önemi gösteriyor. Başkanlık sistemine karşı olanların en önemli argümanı güçler ayrılığı ilkesinin (yasama, yürütme ve yargının birbirinden bağımsız olması ve birinin diğerine egemen olmaması) zarar göreceği. Yasama ve yürütmenin iç içe geçeceği, yargının da Sayıştay, Danıştay AYM gibi kurumlarla onu denetleyemeyeceği. Peki, güçler ayrımına bu kadar önem veren bu demokrasi havarilerimiz 80 yıllık Cumhuriyet tarihinde nerelerdeymiş birbakalım. Şimdi birisi çıkıp da Atatürk dönemi ve İnönü ’nün ilk yılları başkanlık sistemi değildi demesin, kalbini kırarım. Kendisinden başka partinin kurulmasına yıllarca izin vermeyen CHP acaba hangi güçler ayrılığından söz ediyor ki? Bırakın güçler ayrılığını, hangi seçme ve seçilme hakkından bahsediyor ki? Seçim iki alternatif arasında yapılır, tek parti döneminde seçim yapmak seçmenle dalga geçmektir. Biz seçme ve seçilme hakkımıza ancak 1946 ’da yeniden ve kısmen kavuştuk. Oysa Türkiye ’nin ilk meclisi 1876 ’da toplanmıştır, yine 1908 devrimi ile çok partili sistem sürmüştür. Bu iki dönemde de seçime birden fazla parti girmiştir, ta ki 1913 ’darbesiyle İttihatçılar muhalefeti ezip, memleketi felakete sürükleyene kadar… Daha sonra Cumhuriyet vesayetçilerinin elimizden aldığı çok partili sisteme ancak 1946 ’da, dünyada faşizm yenilip, CHP borç alabilmek için yeni dünyaya demokratik görünmek zorunda kalınca kavuştuk. Peki, bundan sonra güçler ayrılığına çok mu saygı duyduk? Bilinen 4 askeri darbeyi ve bilinmeyen sayısız darbe girişimine girmiyorum. Ben, bir demokrasi kültürü olarak güçler ayırımına nasıl baktık, onu anlatmak istiyorum. Açın, bakın 1950 ’lerin gazetelerine, dergilerine. Politikacılar, yani seçimle gelenler hep aşağılanmıştır. Politikacılar hep adidir, yalancıdır, hırsızdır. Açın, bakın zamanın Resimli Ay ’ına, Akbaba ’sına, politikacılar hep kötü olarak tasvir edilir. Şimdi çok mu farklı sanıyorsunuz? Açın, bakın Leman ’ın, Penguen ’in, Uykusuz ’un son 10 yıldaki her kapağına, herbiri siyasilere küfürle doludur. Oysa 3 kuvvetten ikisi; “yasama” ve “yürütme” politikacıların görevidir. Seçilmişlerin görevidir. Biz yıllarca yasama ve yürütmeye küfür ettik. Halbuki bizim tek seçebildiğimiz onlardı, tek değiştirebildiğimiz onlardı. Paşaları, rektörleri, hakim ve savcıları biz seçmiyorduk, kendi kurdukları askeri bürokratik vesayet içinde onlar “al gülüm-ver gülüm” birbirlerini üretip duruyorlardı. Ve asıl iktidar da onlardı. Biz onlara bir laf etmiyorduk. Öte yandan 4. Kuvvet olması gerekirken bu vesayetin borusu olarak dizayn edilmiş medyamız da bizi seçilmişlere düşman ediyordu. Böylece seçimle geleni eleştirmiş, iktidarı eleştirmiş, muhaliflik yapmış, solculuk yapmış gibi oluyorlardı. Oysa iktidar seçilmişlerin değil vesayetindi ve medya basbayağı statükonun bekçisi, gerici, bağnaz, faşistti. Yani biz yıllarca politikacılara, seçilmişlere, kendi seçtiklerimize, seçme ve seçilme hakkımıza küfrettik. Bugün güçler ayrılığı diye yaygara koparanlar da vesayet sevdası ile güçlerin hepsine birden küfrediyorlardı. Şimdi Türkiye yeni bir döneme giriyor. Artık seçtiklerinizi asker deviremeyecek, götürüp asamayacak, atanmışlar tek seçme hakkınız olan meclise kilit vuramayacak, hâkim savcılar gazete kupürlerini toplayıp partinize kapatma davası açamayacaklar. Polis sizin seçtiğiniz vekilleri Meclisten alıp, kafalarındanbastırıp, ekip arabasına atıp götüremeyecek. Tamam takdir etmeyin ama lütfen TBMM ’nin kuruluş yıldönümünü bu ruhla kutlayın ve seçimde de her onurlu insan gibi tek gücünüz olan oyunuzu kullanın. Kendi seçtiklerinize sövmeyin. Kendinize sövmeyin.