“Türk” kimdir? Yahut  “Türk” diye tesmiye edilen toplumun, diğer toplumlardan farkı nedir? Damarlarında dolaşan kanın, normal insanın ötesinde “çılgın” bir debi de akması mı? Yahut beynini koruyan kafatasının mesela Kemalistlerin iddia ettiği gibi brakisefal olması mı?
            Açıkçası beynin içi mi, yoksa beynin kabuğu mu? Fiziki özellikleri midir bir toplumu “Türk” yapan yoksa fizik ötesi  özellikleri mi?
            Ayırt edici vasıf şayet ‘fizik’ ise Türklüğün bir ehemmiyeti yok demektir. Yok, şayet fiziğin bittiği yerde başlayan vasıflarsa, kabuk değil beynin içi ise o zaman “Türk” kavramı üzerinde durmakta     yarar vardır, sanırım.
            İsmet Özel ‘Kalın Türk’ isimli kitabında aynen şöyle bir cümle kullanır:
            “Hayat bana Türk olma hadisesinin bünyesinde ne barındırdığını öğretti”
            Enteresan değil mi? Şair hadiseden söz ediyor. Buna göre “Türk” olmak, doğmak ile bire bir bağlantılı değil. Türk olmak bir hadise! İş bu kadarla da sınırlanmıyor; cümlenin barındırdığı diğer bir anlam bu hadisenin taşıdığı kıymet ile alakalı. Hadise öyle basit bir hadise olmuş olsaydı, kolayca kendisini ele verebilecekti. Hadise sıradan değil. Değil çünkü bünyesinde barındırdığı kıymetler öyle sloganlarla geçiştirilecek cinsten ucuz parıltılar değil. Kıymetin bilinmesi, ödenecek bedelin pahası ile doğru orantılı. Nedir bu bedel? “Hayat!” Evet, düşünür avare kasnak gibi yaşanmamış bir hayatın öğrettiği, öğretebildiği bir kıymetin elde edilmesinden söz ediyor, “hayat bana Türk olma hadisesinin bünyesinde ne barındırdığını öğretti” demekle.
            Tekrarlayalım: cümle neyi ifade ediyor? Türk olmanın neyi barındırdığını!
            Doğmakla değil “olmak” la alakalı olduğunu!
            İşte soru da burada yoğunlaşıyor: Nasıl Türk olunur? Öyle ya, mademki Türk olmak bir hadise ve o hadisenin bünyesinde barınan bir” öz” bir kimseyi yahut toplumu Türk kılıyorsa, o zaman hadise, vuku bulurken bünyesinde hangi cevheri görünür kılıyor? Cevap son derece açık: Türk kimliğini!
            İlk bakışta bir kısır döngüye düştüğümüz sanılabilir. ‘Türk olmak Türk kimliğine sahip olmayı tazammun eder, Türk kimliği ile de Türk olunur’ gibi. Lakin hiç de totoloji ile karşı karşıya değiliz. Aksine kelimenin tam anlamıyla bir sebep-sonuç ilişkisi ile karşı karşıyayız.
            Cevap, konuyu anlaşılır kılmak için, peşi sıra başka  soruları da mecbur bırakıyor: Nedir bu Türk kimliğine sahip olmak? Keza, nedir Türk Kimliğinin mayalandığı ortam ve neşvünema bularak serpilip geliştiği havza?
            Bedeli “hayat” olan bu kıymetin döl yatağı da yine “hayat” olabilir, ancak! Toplumun hayatı, diğer bir ifadeyle, o toplumun tarihi.
            Yoksa gücü eline geçiren bir liderin sarf ettiği veciz sözler değil!
            Siyasi erki ele geçiren iradenin manipülasyonu ile hiç değil. O irade tarih ile olan bağı koparmayı amaçlamıyorsa olan zaten Türk kimliğinin devamıdır! Yok, kesiyorsa, yani toplum ile tarihi arasına mesafe koyuyorsa, orada topluma rağmen bir mühendislik cereyan ediyor demektir. “Tarih” siyasi erke göre yeniden yorumlanırken, yapılmak istenenin, üzerinde ameliyat edilmek istenenin o toplumun bizzat kendisi olduğu tartışmasızdır. Topluma yeni bir kimlik oluşturulmak isteniyor demektir. “Olma” değil, “konma” bir kimlik.
            İşte “Türk” kavramının geçen yüzyılda başına gelen en acıklı olay tastamam budur. Topluma, tarihin kazandırdığı kimliğin silinerek yeni bir kimlik inşası! Toplumsal bilincin tamamen boşaltılarak yepyeni verilerle yine taptaze bir toplumsal hafıza üretilmeye çalışılması.
            Tazeliği kadim kimliğe olan mübayenetinden... Tarihi kimliği ‘o kimlik’ yapan ne kadar hususiyet varsa onun tamamen zıddını ikame etmeye çalışmasından.
            Peki, amaç ne? Batıcılaşmak, Batıcılığı savunabilmek! Batıya yanaşmak, özdeşleşmek, onlara benzemek! Batılılaşamayacağını bile bile Batıcılaşmak için tarihin kazandırdığı o mükemmel kimliğin içini boşaltmak.
            Peki, bu ameliyede bir mefhum olarak “Türklük” ün konumu ne oluyor? Araç, sadece basit bir araç... Batıcılaşmak uğruna kullanılan bir vasıta... Batıcılaşmanın en büyük sorunu ve kıvrandığı en zayıf yanı meşruiyet handikabı. İşte bu engeli aşmanın en pratik yolu da Türk kavramı! Türk kimliği ustaca içi boşaltılır, yerine yeni ve Batı menşeli bir kimlik monte edilebilirse iş kotarılacak demektir.
            Artık Batıcılaşma uğruna yapılacak her eylemde izah getirilebilecek zemin “Türk” kavramı üzerine ikame edilecektir.
            Bunun için ise iki ön şart bulunmaktadır. İlki Osmanlılığın inkârı, ikincisi ise İslam’ın ulusal bir din olarak yeniden tanımlanması. Böylece Türk ile Doğu arasındaki tarihi bağ yok edilerek, Türk olmak ile Batıcı olmak arasında zorlama bir illiyet bağı peyda edilecektir.
            Tamamda bu nasıl başarılacaktır? Doğu’yu etrafında toplamış, Batı’nın talanına karşı asırlardır bir kale gibi durmuş bir toplum nasıl olacak da birden bire cephe değiştirebilecektir?
            İşte bu konuda Batıcıların imdadına “sosyoloji” koşacaktır. Daha doğrusu yapılmak istenen ameliyatta kullanılacak narkozu Ziya Gökalp, kendinden menkul “Kültür-Uygarlık farkı” formülü ile toplumun bünyesine zerk etmeyi deneyecektir.