İnsanlar hayatlarıyla alakası olan şu üç soruyu kendilerine sorarlar. Sormakla yetinmez cevabını da verirler. Şöyle veya böyle; ama mutlaka verirler.

         Soruların ilki “yalnızlık” konusudur. İnsanın yalnız kalıp kalamayacağına ve buna ne kadar dayanabileceğine dair sorudur; ürkütücü ve bir o kadar da iç karartıcıdır o netameli soru.

         İkincisi: hayatının amacı ve anlamına dair sorudur.

         Üçüncüsü de başkaları tarafından beğenilmesi veya eleştirilmeyesi durumunda ne ölçüde ve şiddette etkilenebileceği konusudur.

         Evet, bu sorulara herkes bir cevap verir; lakin bu cevap, hemen tahmin edilebileceği üzere “hal” lisanı ile verilen cevaptır.

         Zaten işin önemi de tam buradan kaynaklanır: Sorulara hal lisanı ile verilen cevap, cevaplayan kişinin “özgürlük” hususunda vermiş olduğu karardır da aynı zamanda.

          Böylece aslında özgürlüğümüz hakkında bir karar vermişizdir bizler, hal lisanı ile verdiğimiz cevaplarla.

         Yalnızlık, üstelik toplum içerisinde yalnızlık... Kesinlikle her babayiğidin harcı değil... İnsanın kendisi ile kalması; kendisini dinlemesi, kendisi ile yüzleşmesi, boğuşması; kendisi ile kendisinin gıybetini yapması.

         Nihayetinde varılacak yer ya iç-dinginliği veya tımarhane. Diğer bir deyişle ya kendi çölünün muzafferi olursun yahut da kaybolup yok olursun; hem de herkesi üzerine güldürmek bahasına.

         Ya ikincisi! Hayatın anlamı ne? Amacı ne? Bunlarda az netameli soru mu? Ve en önemlisi: Nasıl bilebilirim? Diyelim ki buldum! Bu seferde isabet ettiğimi nasıl bilebilirim? Bulduğumun narkotik olmadığından nasıl emin olabilirim ki?

         Yani mânâ yokluğunun acısına mukabil, uyuşturucu olup olmadığını?

         Ne yani? Hayatımın amacı içerisinde bulunduğum sosyal sınıfın menfaatlerini savunmak mı? Yoksa mensubu bulunduğum milletimin mi? Ya kayıtlı olduğum partim? Varlığım onun varlığına armağan mı olsun?

Ya da hiç biri değil, zaten hayat amaçsız ve anlamsız da günümü gün mü etmeliyim?

Hangisi narkotik? Hangisi hakikat?

Ne çetin soru Ya Rabbim!

Ayrıca çok da tehlikeli! Bir de bakmışsın ,hayatına amaç ve anlam ararken bir başkasının amacına  maşa oluvermişsin!.. Özne değil nesne olmuşsun! İhtiyaç hissedilince kullanılan bir araç gibi; tıpkı sigara müptelasının kül tablasını kullanması gibi. İhtiyaç varsa kül tablası vardır; bitince de yok.

Peki ya başkaları? Başkaları tarafından beğenilmem veya beğenilmemem benim ruhuma ne kadar etkili?

Ben başkalarının ne kadar esiriyim?

“Ben kimsenin ne beğenisine nede eleştirisine hiç değer vermem” demek ne kadar mümkün? Daha da önemlisi bu tavır “sosyal bir canlı” olduğu söylenen insan için beklenen sağlıklı tavır mı?

O zaman başkalarına hangi şartlarda değer vereceğiz; hangi şartlarda ise amiyane tavırla hiç tınmayacağız bile?

Önce beğenilmek nedir? Bence en kısa izahı: herkes gibi olmak.

Ya beğenilmemek? Artık onu keşfedebilmek zor olmasa gerek: Herkes gibi olmamak; işte budur etrafındakiler tarafından eleştiriye maruz kalmanın biricik nedeni!

Herkes gibi olmamak!

Tamam da,  herkes gibi olmamak ne demek?

Cevabı hazır: Kendin olmak… Lakin yetersiz ve açıklıktan oldukça yoksun bir cevap.

Sorun yerleşik değerlerde… Yerleşik değerleri yüklenir ve hiç sorun etmeden taşırsan beğenilirsin. Zira herkes gibisindir artık.

Nietzsche bu tür ruhları “deve”ye benzetir. Alır bütün yükünü ve itirazı olmadan taşır. Ömrünün sonuna kadar taşımakta hiçbir beis görmez.

Peki ya itirazı olanlar? Nietzsche onlara da” aslan” benzetmesi yapar. Aslan yük taşımaz bilakis üzerine yüklenmek istenen o değerleri bir aslan cesaretiyle parçalar.

Eyvallah! Her şey tamam da, ne zaman deve veya ne zaman aslan? Neye karşı deve ve neye karşı aslan?

Henüz daha hiç yol almamışız değil mi?

Son soru bana Efendimiz Hazretlerinin Hıra Mağarasında yaşanan serüvenini hatırlattı.

Ama önce Bediüzzaman’dan açıklayıcı muhteşem bir söz…