“Ene nedir?” sorusunu Bediüzzaman’da sorar. Cevabını Sözler isimli eserinde otuzuncu sözde arar. Vardığı netice:  “Ene”  “vâhid-i kıyâsî”dir. Yani: ölçü birimi…
    Cevaba göre insana verilen enaniyet lüzumsuz değil, aksine bir hikmete binaen bahşedilmiştir.


    Üstad evvela Ahzâb Suresinin 72. ayetini alır: Biz emaneti göklere, yere, dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten kaçındılar, zira sorumluluğundan korktular. İnsan ise üzerine aldı. İnsan çok zalim, çok cahildir”


    Ayette geçen emanetin sunulmasındaki maksadın, teşrii yani:buyruk ve istek içeren bir emir değil; tekvinî yani: yaratılışa, fıtrata, tabiatına dair olduğu aşikârdır.Aksine bir düşünüşte göklere, dağlara ve yeryüzüne teklifin anlamsız kalacağı tartışmasızdır.
    Demek ki: Dağlar, yerler ve gökler “emanet”i doğası icabı kabul etmezken;  insan doğası icabı kabul etmiştir.


    Yine ayette geçen “emaneti yüklenmekten kaçındılar” ibaresinden murat nedir? Daha açık bir deyimle, kaçınmayı gerektiren korku, hangi sebebe binaendir? Cevap: emanet ile kazanılan imkânın hem hayırda hem de şerde kullanılma ihtimali…
Yani kısacası: özgürlük…


    Hülasa edecek olursak: İnsanda kendisine emanet olarak verilen özgürlük ve birde yine kendisine bahşedilen bir ene/ben bulunmaktadır… Bediüzzaman’a göre “vâhid-i kıyâsî” yani bir ölçü birimi.
    Ölçecek olan kimdir? İnsan.
    Ne ile ölçecektir? “Ene”si /Ben”i vasıtasıyla ölçecektir.
    Peki, neyi ölçecektir?
    İşte bu hususun konunun en hassas ve nazik kısmı olduğu açıktır.


Evet, insanoğlu kendisine bahşedilen “Enaniyet” ile neyi ölçecek, muhakeme edecek ve anlayacaktır? İnsanda var kılınan Ene’nin, mevcudiyetinin sebebi ve hikmeti nedir?


Allah’ın isim ve sıfatları mutlak, yani: hudutsuz; muhît, yani: her şeyi kapsayıcı olduğu için bilinmez ve hissedilmez. Bunu bir misalle daha anlaşılır kılmaya çalışalım. Şayet hep ışık olsa, hiç karanlık olmasaydı o zaman bizler ışığın varlığını fark edebilir miydik?   Edemezdik. Karanlık ışığa bir hudut koyar. Burası aydınlık ışık var burası karanlık demek ki ışık yok deriz.
Bizlerde böylece ışığın mevcudiyetini fark ederiz.


Her yer ve her şey Allah’ın isim ve sıfatlarının tecelligâhı olduğu için insan bunu fark edemez. Fark etmesi için bir sınır ve bir hudut bulunması gerekmektedir. Lakin bu hudut ve sınır yoktur. Çünkü Allah’ın isim ve sıfatları şeriksiz, hudutsuz ve sınırsızdır.
O zaman ne olacaktır? Olacak olan şudur: Farazi ve vehmi bir sınır ihdas olunacaktır ki O’nun isim ve sıfatları anlaşılabilsin.
İşte gerçekte olmayan fakat olduğu sanılan bu sınırı yapacak olan enaniyettir… Sınır enaniyet ile çizilecektir.
Tıpkı ışığı kavramak olayında olduğu gibi!


Peki, bu nasıl cereyan edecektir? Ene evvela kendisinde bir Rububiyet vehmeder. Yani kendisinde bir  “saltanat” bulur;  ne olduğunu anlar veya amiyane tabirle tadar ki aslında Allah’a ait olan bu Rububiyet sıfatının mahiyetini anlasın.


Yine Ene evvela kendisinde güya bir mâlikiyet görür; yani: malik olma, sahip olma halini vehmeder ki Allah’a ait olan bu sıfatı tasavvur edebilsin.


Ene evvela kendisinde bir kudret görsün ki, bunun ne olduğunu anlasın ve Allah’a ait olan bu sıfatı bilebilsin.


Ve yine Ene önce kendisinde bir “ilim” bulsun ki Allah’ mahsus olan “ilim” sıfatını idrak edebilsin.


İnsan Ene’sinde güç ile güçsüzlüğü, ilim ile bilgisizliği, varlık ile yoksulluğu zıtlarıyla müşahede edecek ki; örneğimizdeki ışık ile karanlığı nefsinde deneyimlemiş olacak ki, her yerin ışık olduğu mutlak aydınlığı veya yokluğu tasavvur edebilsin.


“Ben” evvela, ‘ben şu eve sahibim’ desin ki sonra kâinatın sahipsiz olamayacağını kavrasın; kendinde ilim var vehmetsin ki, Allah’taki ilim sıfatını anlasın; kendisinde saltanat görsün ki Allah’ın Rububiyet sıfatını tasavvur etsin.


Sonrada Allah’ta ki bu sıfatların mutlak ve muhît olduğunu tasavvur edebilsin.


Kısacası “Ben”in farkına varsın ki O’nun mevcudiyeti bilgisi içine doğsun.


İşte buradaki “ben” üstada göre esasen bir farazi şirktir.


 Üstadın Ene Risalesini şerh eden El-Hâc Molla Muhammed Ali Doğan bu konuda şöyle bir açıklama getirir:
“Ene ‘Ben buraya kadar güç yetiriyorum. İlerisine gücüm yetmiyor” diyerek, vâhîd-i kıyâsî yapmak suretiyle önce farazi bir şirke girer. Daha sonra ‘Hâlık-ı Âlem’in ise her şeye gücü yeter. Zira O, mutlak kudret sahibidir” hakikatine intikal eder. Daha sonra , ‘Öyle ise benim bu kuvvetim de O’nun kudretinden gelmiştir’ der, o farazi şirkten de kurtulur”


Her şey buraya kadar olsa iyidir. Maalesef öyle değil… Zira başımızda püsküllü bir bela bulunmaktadır. Hani şu dağların, yeryüzü ve göklerin kokusundan titreyip de kabul etmedikleri, insanın kabul ettiği “emanet” var ya işte ondan söz ediyorum

Yani: özgürlükten…

Kozmik kaderimiz olan özgürlüğümüzden…