Peygamberimiz Hz. Muhammed’i anlamak için belirli zamanlara sıkıştırılmış bir mantıkla konuya yaklaşmak gerekir mi bilemiyoruz ama; yine de hiç yoktan daha iyidir anlayışından yola çıkarak, peygamberimiz vasıtasıyla tüm peygamberlerin ve getirdikleri vahyin anlaşılması için bir sebep oluşturmak bakımından önemsiyoruz.

Akıldan çıkarılmadığını düşündüğümüz ama zaman içinde farklı meşguliyetlerden dolayı bazen unuttuğumuzu fark ettiğimiz peygamber (s.a.v) sevgisi sık sık gündeme getirilmelidir.

Peygamberimizin doğumu nasıl güzel bir sebep ise bizlere ulaştırdığı vahyin anlaşılması içinde tüm imkânlar kullanılmalıdır.

Aslında vahyin anlaşılması mutlaka peygamberimiz(s.a.v)  tarafından aktarılan ve uygulanarak gösterilen bir dinin daha çok hayatı kuşatan ve hayati öneme haiz bir konumda konuya yaklaşmamızı gerektiren hali olacaktır.

Hayatın dışında sadece belirli dönemlerde sevgisi hatırlanarak sevilen ve sonrasında küresel güçlerin bizlere eğlencelik verdiği işlerle meşgul olarak hatırlanması geciktirilen bir peygamber(s.a.v)  sevgisinin faydası çok az olacaktır.

Peygamberimizin her vakit akılda tutulması öncelikle onun bizlere aktardığı İslam’ın onun gösterdiği şekilde ve onun gösterdiği gereklilik içinde, hayatımızda etkin vaziyette olmasıyla ilgilidir. Sadece konuşulan sevgi sözcükleriyle süslenen bir peygamber(s.a.v)  sevgisi askıya alınmış ve pratiği sanki olamayacak kadar zor bir yol takibimiymiş gibi algılanmasına sebep olacaktır.

Peygamberimizin yolunu kendimize yol bilebilmek çok önemli iken; dilimizde bulunan ama hayatımızda bulunmayan bir peygamber(s.a.v)  sevgisinin kıyamette de bir faydasını görmek mümkün olmayacaktır.

Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v) peygamberlik halkasının son temsilcisidir.

Peygamberimizin son olduğu hakkında bir şüphemiz yoktur. Onun son kabul edilmesi; aslında son fırsat olarak rabbimizin bizlere gönderdiği son dinin peygamberi olmasındandır.

Peygamberlik zincirinin son halkası olmasından dolayı kendisine yüklenen sorumluluk yerine getirilmiş ve bizde buna şahit olmuşuz. Şahitliğimiz ancak kendisinin son fırsat, kaçırılmaması gereken imkân olduğunu öncelikle bizim bilmemizle ilgili bir konudur.

Bilinmesi gereken bir başka noktada biz peygamberimiz(s.a.v)  için bir fırsat değiliz, biz peygamberimiz için ne ilk olduk ne de son olacağız. O bizim için son fırsat iken biz onun için son fırsat veya son imkan değiliz.

Fırsatı değerlendirmek öncelikle bize düşer ki bunun yolu da onu tanımak, onun yolunu kendimize yol edinmekle mümkündür.

Herkesin bir başkasını düşüncesizce taklit ettiği bir dünyada, iman ettiğimiz peygamberi de diğer taklit ettiğimiz insanların kategorisinde bir yere koyarak zaman zaman hatırlamakla ona ve getirdiği dine karşı sorumluluğumuz yerine getirmiş olamayız.

Hiç kimsenin peygamberimizin yolunu takip etmekten dolayı ekstra bir beklentiye girerek başkalarına hava atacak konumda olma hakkı olmadığı gibi; bu sebeple katlanacağı sıkıntılar sebebiyle dünyalık bir beklentiye girmesine de gerek yoktur.

Peygamberimizin yolunu takip etmek aslında bizim için bir ayrıcalıksa ki öyle bundan dolayı kimsenin kimseye nazlanacak veya ayrıcalıklı yaşamaya kalkışacak imtiyaz bir halde olma gibi bir hakkı da yoktur.

Peygamberimizin soyundan gelenler için daha çok çileye talip olma ve peygamberimizin soyundan gelmekten dolayı diğer insanlara göre sorumluluklarının fazla olduğunu bilerek hayata devam etme zorunlulukları vardır.

Seyyid olmak ayrıcalık beklemeyi değil; onun davasını kendine dava edinmeyi gerektirir.

Bazılarının cehaletinden yararlanarak suiistimal etmeye çalışanların; soydan gelen bir ayrıcalık beklemeye kalkışmaları haddi aşmaktan başka bir şey değildir.

Zaten kendini, bilen müminler bir ayrıcalık değil ama bir sorumluluğun yükünü fazlaca sırtlarında hissetmek olarak konuyu algılamaktadırlar.

Bütün peygamberler gibi bizim peygamberimizde, sadece itaat etmek için gönderilmiştir.

Yani sözle kendini ifade eden olmamızı değil; daha çok davranışlarımızla peygamberin yolundan gittiğimizi ifade etmemiz gerekmektedir.

Peygamberimizin kendi yolunu takip edenler için kıyamette dua etmesi mümkün olduğu halde ;bunun bir ayrıcalıklı sınıf oluşturacağını düşünerek kaygısız ve görevlerini yerine getirmeden nasıl olsa peygamberimiz bizi kurtaracak  gibi bir anlayışın sahibi olmakla sadece suiistimale açık bir davranış ve anlayış sergilemiş oluruz.

Sadece onu seviyorum demekle işimiz bitmeyecek belki de tan tersine asıl işimiz bundan sonra başlamış olacaktır.

Peygamberimize iman; öncelikle bizim tüm işlerimizde onun gösterdiği şekliyle davranarak kendimize yol bulmayı becermektir.

Eğer tüm kabullerimizi içimizde sıkıntı duymadan ve kaçış yolu aramadan rabbimizin yolunda ve peygamberimizin gösterdiği şekliyle oluşan kabuller haline getirirsek asıl iman edişimiz burada ve bu davranışlarla ortaya çıkmış olacaktır.

Hem peygamberimizi sevdiğimiz söyleyip, hem de onun yolundan gitmemekle asıl yerine getirilmesi gereken şartların yerine getirilmemesi ile sadece sözde kalan bir sevgi ifadesinin sahibi olabiliriz.

İşte rabbimiz bu konuyu şu ayetiyle algılamamızı ister;

 

"Biz her peygamberi, ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan bağışlanmayı dileseler, Rasûl de onlar için istiğfar etseydi Allah'ı ziyadesiyle affedici, merhamet edici bulurlardı. Hayır! Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymasızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar." (4/Nisâ, 64-65)