Hz. Yusuf zindandakilere yönelik hitabında devamla şöyle der:
            “Sizin Allah’ın dışında taptıklarınız, kendinizin ve atalarınızın takmış oldukları (boş)isimlerden başkası değildir. Allah bunlara hiçbir delil indirmemiştir. Hüküm Allah’tan başkasının değildir. O kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru din işte budur. Fakat insanların çoğu bilmez.”(Yusuf,40)
            Takılan boş, kuru, aslı olmayan isimler...
            Sanki Platon’un o meşhur mağaradakiler metaforunu çağrıştırıyor gibi geliyor bana. Mağarada yüzleri duvara yönelik olarak zincirlenen insanlar, mağaranın ağzından geçen varlıkların güneşin ışıkları ile düşen gölgelerini görüp aralarında hakkında mütalaada bulunurlarmış. Bir gün zincirlerinden kurtulup mağaradan çıkmışlar ve gölgelerini değil gerçeğin kendisini görmeye başlamışlar.
            Elbette ayette bildirilenin tam karşılığı bu değil. Lakin muradımızı anlatmaya elverişli bir örnek Platon’un mağaradakileri.
            Şehit düşünür Ali Şeriati’nin bahsettiği dört zindan işte bizlerin mağarası. Biz zincire vurulduğumuz mağaramızın süzgecinden geçen algılarımızla “varlık” hakkında bir tasavvura varıyoruz. Bu nedenledir ki tasavvurlarımız zihin dünyamızın duvarına yansıyan gölgeler mesabesinde olabiliyor, ancak.
            İlk zindan tabiat oluyordu. Tabiat: iki ucu da keskin bıçak gibi! Hem O’nun varlığına, sanatına, tekliğine ve kudretine işaret(ayet) ediyor, hem de O’nu gizliyor, O’na perde oluyor.
            Nasıl mı? Yasaları vasıtasıyla. İnsan tabiatın işleyişindeki sebep-sonuç ilişkisini görünce ona takılıp kalıyor. Arkasında o yasanın bir koyucusu olduğunu idrak edemiyor.
            Yahut ediyor da tevarüs ettiği, tarihin getirdiği cüruflardan başını toplayamıyor, tıpkı eritilen bir madenin üste çıkan posası yahut akan suyun bıraktığı pislik gibi. İşte bu bağlamda tarih insana zindanlık görevini yapıyor. Hakikati insan, tarihin sürükleyerek getirdiği kir pas içerisinde arayabiliyor ancak.
            Burada ‘akıl cevheri ne güne duruyor?’ diye bir itiraz gelebilir. Elbette akıl çok önemli, lakin akıl da oluşan, yani kendisine atılan format ile neticeye varabilen bir kuvve. Tarih getirdikleri ile birlikte aklı oluşturuyor, böylece oluşan akılda gölgelerle muhatap kalmış oluyor.
            İnsanın içinde büyüdüğü muhit, yetiştiği topluluk, aidiyet duygusu ile bağlı olduğu toplumu da onu, “varlık” ile kuracağı ilişkisinde etkiliyor. Diğer bir ifadeyle tarihin getirdiği verilerle toplumun sosyal gerçekliği oluşuyor. İnsan, insanlar arasında inşa edilen sosyal gerçeklik karşısında edilgen kalıyor ve ayak uyduruyor.
            Şeriati bu üç zindandan kurtulmanın mümkün olduğunu  “bilim” sayesinde üstesinden geleceğini iddia ediyordu. Doğrusu benim bu konuda çekincelerim var. Buda Şeriati’nin insanın dördüncü zindanına yönelik itirazının aynısı. Şeriati bilimin insan tarafından yapıldığını ve insanın eksikliklerinin, kendisine olan tutsaklığının, yaptığa bilime de sirayet edebileceğini söylüyordu. Aynı itiraz pek ala diğer zindanlar içinde yapılabilir. İnsan doğa zindanından belki bilim vasıtasıyla daha konforlu bir ortam oluşturabilir ama o zindanı berhava edemez. Edemez çünkü onun tabiat zindanına bakışı iç dünyasındaki mağarası/zindanı ile yakinen alakalıdır. İnsan tabiatı anlarken kendi zindanının penceresinden anlayacaktır.
            Aynı şeyin tarih içinde söz konusu olacağı bence tartışmasızdır. Tarih vasıtasıyla devredende, devralanda insandır. Dolayısıyla insandan insana geçen müktesebat onun iç zindanı tarafından, malul hale getirilmiş bir hakikat olma ihtimalini daima taşıyacaktır. Kendiside aynı malullükle muzdarip olan bilimin burada hakemlik yapmasını beklemek mümkün olamasa gerektir.
            Aynı itiraz nedenimi insanın sosyal zindanı içinde tekrarlıyorum. Zira ürettiği bilime misyon yükleyen insan iç dünyası vasıtasıyla zaten zindanda olan insandır.
 Kendisine tutsak olan insan bilim vasıtasıyla “nasıl” sorusuna cevap verebilir; lakin “ne” sorusuna cevap veremez. Sadece cevap veriyor gibi yapar. Bilime kendisi tarafından önce taşıyamayacağı bir misyon yükler sonrada güya bilimi konuşturur gibi aslında nefsani isteklerini ve hevasını dile getirir.
İşte bu bilim denilen faaliyetin tehlikeli ve yıkıcı halidir. Bilimin arkasına gizlenerek zindanından ahkâm kesmek suretiyle ‘varlık’ hakkında tasavvurlarda bulunmak.
Buna günümüzde bilimcilik(scientizm) denilmektedir.
Kur’an ,işte bilim adına kesilen bu racona kuru isimlendirme adını verir.