“Beni uyandırmayı unutmayın.” diyerek uyudu küçük oğlum. Zira Ramazan’ın gelişi hepimizden fazla onu
heyecanlandırdı. “Oruç, nedir, ne zaman açılır, kaç gün tutulur?” her ayrıntıyı öğrenmek istiyor. Tutamasa
da bir iki saat atıştırmadan durmayı başardığında, yani sabretmeyi keşfettiğinde biz gene ona “Aferin,
benim oğlum da tuttu ki” deyip iftarını açtıracağız.
Ramazan gelip de çocukluğunu hatırlamayan yoktur. Uykunun en güzel yerinde uyanıp gözlerimiz yarı
aralık, sahur yaptığımız günler... Küçük kardeşim de uyansın diye çatalı, kaşığı bilerek tabağa, bardağa
vuran babam bir gözüyle sobanın dibinde uyuyan kardeşime bakardı. Babaannem de bizle aynı odada
uyurdu. “Şu terovzonu bi kapatın yahu, van, van, van uyutmuyo beni!” diye söylenirdi. O sahurda “Peynir,
zeytin susatıyor.” der, yoğurda şeker ekip ekmek banarak yerdi.
İlkokul, ortaokul yıllarımda Ramazan’ın sıcak günlere denk geldiğini hatırlıyorum. Evde vakit geçmiyor
diye imam-hatip lisemizin bahçesinde iftar yaklaşana kadar top oynar, terledikçe susar, susadıkça
çeşmenin başında elimizi, yüzümüzü yıkar, serinleyemezsek başımızı da musluğun altına sokardık. İftarı
evimizde ailemizle yapardık. İlçemizde iftar davetleri, o vakitlerde neredeyse hiç yoktu.
Yangından mal kaçırır gibi orucumuzu açar, hızlıca abdestimizi alır, akşamı kılar, teravih için yola
koyulurduk. Ramazan, özgürlük demekti bizim için. Geceleri dışarıya çıkabilme özgürlüğü... Arkadaşları
tek tek çağırır, evinden alır, camiye doğru yola koyulurduk. Cepler çerez dolu. Sanırsın namaza değil,
pikniğe gidiyoruz. Tercihimiz teravihi en hızlı kıldıran jet imamlardan yanaydı. Ama namazda illaki bir
arkadaş güler, kovuluruz ve ertesi günü yılmadan diğer camilere yöneliriz. Annemin gittiği teravih yavaş,
bizimki hızlı. Bir külah dondurma yemelik zamanımız bile olurdu eve dönerken.
Elbette çocukluğumuzdaki her şey gibi Ramazanlar da çok özeldi. Pandemi kısıtlamalarının olduğu şu
günlerde iki yıl öncesi Ramazanları bile mumla arar olduk. Eşimizle, dostumuzla, akrabalarla iftar
muhabbetleri tabi ki güzel. Ancak yıllardır o kalabalık sofralarda ihmal ettiğimiz tefekkürü, arınmayı,
sükuneti böyle zamanlarda daha kolay sağlayabiliriz diye umuyorum.
Davetten davete koşarken Ramazan ve orucun kardeşliği, dayanışmayı, merhameti geliştirdiğini, kamil
insan olma yolunda güçlü adımlara vesile olduğunu unutmuştuk belki de. Açlıkla öğrenilen sabır, empati,
tevazu, acziyet gibi hislerimizi düşünecek çok az zamanımız oluyordu. En önemli eksikliklerimizden biri de
gelen giden misafir yoğunluğu arasında bir kenarda sessizce oturmasını istediğimiz çocuklarımıza detaylı
bir şekilde Ramazan’ı, orucu ve bu ayda indirilen Kur’an’ı onun anlayacağı seviyede anlatma çabasını
yeterince gösterememek. Çizgi filmlerde izlediğimiz iftar vakti, topu patlamasın diye saklayan Niloya
saflığında değil hamd olsun hiçbir çocuk. Allah’la, kainatla, oruçla, namazla ilgili büyüklerin
yetişemeyeceği derinlikte sorular soruyorlar.
Evde, ailemizle, çocuklarımızla başbaşa Ramazan’ı yaşamak, ilerisi için minik hafızalarda güzel hatıralar
bırakacaktır. Sezai Karakoç “Oruç geldi, ondan bize ölümsüz birşeyler katılacak demektir. Giderken bizden
de ona ölümsüzleşecek birkaç şey katmalı.” der. Ölümsüz birşeyler katalım hadi. Yakınımızda, uzağımızda
kim aç, kim açık bilelim. Bedenimiz oruçla arınırken malımız da sadakayla, zekatla temizlensin. Siyah,
beyaz ya da gözleri çekik... Bu Ramazan her çocuk için gülümseme sebebi olalım....