Bilgi sempozyumunda bir oturumda başkanlık görevinin tarafıma verildiğini bildirmiştim. Ramazan Bey sanırım ki beni mutlu etmek için Şarkîkaraağaçlı Dev’in tartışıldığı oturuma beni görevlendirmişti.

            Osmanlı döneminde telif edilen eserlerinin en çoğunun “mantık” ile ilgili olduğunu biliyordum. Bizim filozofumuzda mantık kitabı yazmıştı. Bu benim için beklenen bir haldi. Katılımcı Dr. Necmettin Pehlivan tarafından hazırlanan konuşma metni Ramazan Bey tarafından elektronik adresime gönderilmiş ve tarafımdan bir çıktı alınmıştı. Okuyamamış ama şöyle bir göz attığımda ne muazzam bir derya ile karşı karşıya olduğumu hissetmiştim.

            Evvela Ahmet Rüştî Efendi son derece zengin bir ilmi birikime sahip. Müderris, şarih, filozof, dilci ve hattat olarak temayüz etmiş bir şahsiyet Tam 16 tane eserin sahibi olduğu sempozyumda üstüne basa basa bildirildi.

            Eserlerinden biriside İsmet-i Buhari’nin 14 beytini şerh eden kitabı. Eserin ismi: Hall-i Rumûz fî Kasîdeti İsmet el-Buharî. Bu eseri Yrd. Doç. Dr. Sait Okumuş dilimize çevirmiş. Talebesi Ayşe Korkmaz’ı da sempozyuma göndermiş.

            Ayşe Hanım Hemşehrimizin bu eseri II. Mahmut’a ithaf ettiğini ve eserlerinin Osmanlı Coğrafyasında okutulduğunu belirterek söze başladı. Anlayacağınız bu kitap öyle sıradan bir şerh kitabı değildi. Koskoca bir İmparatorluğun sınırları içerisindeki medreselerde okutulan bir eserdi.

            Bu tasavvufi şerh hakkında Ayşe Hanım bilgileri peşi sıra aktarırken ne kadar mutlu olduğumu kelimelerle ifade etmem mümkün değil. Ben “bu konuşmayı şimdi nasıl keserim” diye endişelenirken hanımefendi söyleyeceklerinin bu kadar olduğunu söyleyerek beni rahatlattı.

            Eserin konusu Vahdet-i vücud nazariyesiydi... Yani Varlık âlemini Allah’ta içkin bulma hali... Aksi ise, yani Tanrıyı varlık âleminde içkin bulma görüşü Batı’ya ait ve ona da panteizm deniyor.

            Sıra Hemşehrimizin Mantık hakkındaki eserinin tanıtımına gelmişti. Bunun için sözü Necmettin Pehlivan Beye verdim.

            Meğer üstadın mantık alanında yazdığı eser birden fazlaymış. Oturuma konu olan eserinin ismi ise: Tuhfetu’r-Rüşdî el- Karaağaci fi şerhi risâleti îsâgûcî.

            Şiir gibi, musiki gibi bir isim değil mi?         

            Îsâgûcî mantığa giriş anlamında ecdadın yazdığı mantık kitaplarına verilen genel isimdir.  Mantık ise doğru düşünme sanatı; yargılarımızın tutarlı olmasının ilmidir. Bu nedenle mantık için alet ilim denilmiştir. Yani mantık, başka bir ilimde kullanılmak için öğrenilmektedir. Başka ilim dallarında düşünce yürütürken tutarlı olma ve varılan yargılarda çelişkiye düşmeme hali için öğrenilen bir ilim dalıdır.

            Karaağacî mantığı ele alırken iki veçheden ele almaktaymış. İlki zahiri konuşmaya yani düşüncelerin dilimizle aktarımı ile alakalı iken, ikincisi Bâtıni konuşma yani dilimizle ifade etmeden önce zihnimizle yaptığımız düşüncenin bizzat kendisine ait olanı imiş.

            İşte filozofumuza göre bu iki alanda kullanıldığı için mantık ismi  “n-t-k” kökünden üretilmiş. Yani nutuk/ konuşma eylemimiz ister zihni aşamasında olsun, isterse dile getirilme safhasında bu ilim dalının(mantık) iştigal alanına girmekteymiş.

            Bu oturumda sizlere aktarmadan geçemeyeceğim son derece ilginç bir olay yaşandı. Necmettin Pehlivan konuşması esnasında Karaağacî’nin ölüm tarihinin bilinmediği ancak 1842 civarında olduğunu belirtmişti. Bunun içinde onun eserlerinden birisindeki kayda dayanıyordu. Söz sırası Ramazan Topraklı’ya gelince, Topraklı üstadın ölüm tarihinin belli olduğunu ve 1837 yılı olduğunu bildirdi.

            Bunun üzerine ikisinin arasında tatlı bir tartışma başladı. Ben ise oturum yöneticisi olduğumu unutup uzun bir süre ikisini hayran hayran izledim. Neden sonra olaya el koyarak(!) tekrar konuya dönülmesini ve Ramazan Bey’in konuşmasına devam etmesini istedim.

            Ramazan Bey iddiasını Osmanlıdaki nüfus sayımı evraklarına dayandırıyordu. Her iki katılımcıda birbirini ikna edememişti. Fakat hangisi doğru olursa olsun filozofumuz bir buçuk asır önce vefat etmişti. Yani bizler ona göre çok daha fazla imkânlara sahip bir dönemde dünyaya gelmiştik. Lakin bırakalım ufacık bir ilçe olan Şarkikaraağaç yöresini bütün ülke sathında dahi böyle bir dev yetiştirememiştik.

            Daha da acısı bizler onun yazdığı eserleri okumak imkânından bile mahrumduk.

            Bekliyorduk bir ehli insaf çıksın da günümüz yazısına çevirsin diye. Tıpkı İngiliz yazar Shakespeare’i Alman filozof Heidegger’i, Fransız düşünür Jean  Paul Sartre’ı okumak istediğimizde olduğu gibi.

            Yani biz biraz Fransız kalıyorduk düşünürümüze karşı...

            Devam edeceğiz inşallah.