Tarihi bir dönemeçteyiz; bu hal hepimize bir görev yüklüyor. Son derece basit ve bir o kadarda önemli bir görev.

         Basit çünkü yapacağımız şey sadece dikkatli olmak.

         Önemli zira öncelikle boynumuzun borcu olan İslami bir görev: Ümmet içerisinde yakılan fitne ateşini söndürmek!

Sonrada milli bir görev! Bir o kadarda insani, ahlaki ve vicdani bir görev: Beliren “barış” umuduna destek vermek, kösteklememek aksine bir şans tanımak.

Başarılı olması için ellerimizi semaya açıp Âlemlerin Rabbi olan Allah’a dua etmek.

İnanın bu ülkede savaşı barışa tercih edecek pek çok kişi var. Ve bunlar bugüne kadar hep başarılı oldular.

1993 yılında da aynı hava doğmuş ve savaş tam bitti derken silahsız gönderilen 33 er canice katledilmişti. Aynı yıl Eşref Bitlis suikasta uğramış, Turgut Özal öldürülmüş ve kıymetli gazeteci Uğur Mumcu katledilmişti.

Bütün bunlar hep bu ülkede “barış” olmasın, gençler birbirini öldürsün için olmuştu.

Habur sürecide aynı kesimlerce sekteye uğratılmıştı. “Yok, zafer işareti yapmış”, “yok efendim zılgıt çekmiş” gibi ipe sapa gelmez bahanelerle açılım politikası akamete uğratılmıştı.

Oslo sürecinde iş Mit Müsteşarı Hakan Fidan’ın başını almaya kadar varmıştı.

Aynı çevreler yine boş durmayacak ve aramıza karışarak bizleri barıştan soğutmaya çalışacaklar. Bunun için girmeyecekleri kılık, oynamayacakları rol yok.

Eline Kur’an alıp   “görüştükleri din düşmanı bir terörist” diyecekler… Sanki dinin hükümleri çok umurlarındaymış gibi.

Yahut ellerine bayrak alıp ağızlarından tükürük saça saça bağıracaklar: “Niyetleri bebek düşmanını serbest bırakmak” diye.

Yahut da “paşaları içeri tıktılar sıra şimdi Apo’yu serbest bırakmakta” diye… Sanki Öcalan’ı tören kıtası ile selamlarken boy boy resimleri çekilenler kendileri değilmiş gibi.

Yeter ki insanın ar damarı çatlamasın, utanma duygusunu kaybetmesin; yapmayacağı alçaklık, girmeyeceği kılık, söylemeyeceği yalan yoktur artık bu kişi için.

İşte bu sefer, bu cibilliyette kişilerin oyununa gelmeyelim ve onlara soralım: “Arkadaş nedir bu sendeki barış düşmanlığı, neden bu kadar savaştan yanasın” diye.

“Ölen Türk ve Kürt gençlerinin akan kanı seni neden memnun ediyor” diye…

Cesaretle soralım: “Akan kanda senin ne çıkarın var” diye.

Ve ekleyelim: “Senin ne siyasi, ne ticari ve nede uluslar arası çıkarın beni hiç ilgilendirmiyor, al ideolojini ve çekil git, artık yeter bu ülkede akmasına sebep olduğun kan” diye.

Devam edelim : “Beni aptal yerine koyma, bütün bu olanların Öcalan için değil, ülkemin selameti için yapıldığını anlamadım sanma” diye.

“Artık teröre akıttığımız paraları bundan sonra ülkenin refahı için akıtmak vakti geldi” diye.

İnsanları bölmek ve birbirine vurdurmak… Ben gözümü açtığım andan beri gördüğüm manzara sadece bu. Ve bu delikten bir daha ısırılmak istemiyorum.

Efendimiz öyle buyuruyor:        “Mümin kişi aynı delikten iki kere ısırılmaz” diye.

Evet, yılan ruhlular. Bizi birçok kez ısırdınız ama bu sefer artık ısırılmak istemiyoruz.

Kürt-Türk, Alevi-Sünni, Laik-dindar: Bu sefer kalplerimiz hep birlikte barış için çırpıyor… Yaşadığımız, çocuklarımızın ve onların çocuklarının yaşayacağı ülkemde esenlik hâkim olsun için çarpıyor.

BDP süreci tıkayan taraf olmayacağız dedi.

CHP ise Başbakana hitaben “Yeni kredi açıyoruz, sorunu çözün” dedi.

Mit Müsteşarı Fidan çözümün üç anahtarını, dağdan indirme, silahsızlandırma ve Topluma kazandırma olarak belirledi.

Güneydoğuda halk büyük bir heyecan içinde; sivil toplum örgütleri süreci hızlandırmak için temastalar.

Bu sefer çözüme çok yakınız, zira örgüt beklemiş olduğu devrimci halk hareketinin karşılığını Kürtlerde göremedi. Onlar umuyordu ki Arap baharında olduğu gibi Kürtlerde ayaklanacak. Güya devrimci bir kıyam başlayacak. Ama nafile, Kürtler yüzyılların birikimi ile sağduyuyu hiçbir zaman kaybetmediler. Modern tuzaklara düşmediler, Türkleri Müslüman kardeşleri olarak gördüler.

Tıpkı Türklerin onları gördükleri gibi…

Bunun yanında KCK operasyonları ve örgütün militan kadrosunun vermiş olduğu ağır kayıplar şu gerçeği kafalara nakşetti: Silah vasıtası ile yapılacak bir şey yok. Silahlı mücadele dönemi bitti.

Tabii bu arada hükümetin ve Başbakan’ın bu konudaki ısrarlı tutumunu ve çabalarını görmezden gelmek asla mümkün değil.

Erdoğan geçmişte hiçbir liderde göremediğimiz oranda bir risk alarak olayı bu noktaya getirdi. Getirirken de, ne atlatılan suikastlar ve ne de Yüce Divan tehditleri onu bu kararlılıktan alıkoydu.

Müteşekkiriz, aynı şekilde yaşanan sürece destek veren diğer siyasi partilerimize müteşekkir olduğumuz gibi.

Sorunların çözüm yeri ne sokaktır ne de dağ. Tek çözüm yeri vardır oda meclistir. Ülkenin bölünmez bütünlüğü haricinde her husus barışın temini için konuşulabilir.

Tabii ki dikkatli olup bet nefeslilere kulak asmamak da bizden…