Şimdide isterseniz Dersimde yaşanan olayların nedenine doğru fikri bir çaba gösterelim. Yaşanan bunca olayın hangi amaca yönelik olduğunu sorgulayalım.

         Evvela 1935 yılında çıkarılan bir kanun ile Dersim’in adı “Tunceli” olarak değiştirilmiştir.

         İsim bazında yaşanan bu değişikliğin günlük hayata da yansıması gerekmektedir… Yani Dersim’in gerçek anlamda “Tunceli” olması gerekmektedir.

         Kısacası Dersim  Tunceli’ye çevrilmelidir…İsteyerek rıza ile veya Devletin Tunç eli vasıtasıyla!..Hiç fark etmez.

         Peki, nedir  “Tunceli” haline getirilmekle yapılmak istenen?

         Kısaca cevap : “Modernleştirmek”dir.

         Merhum Seyyid Rıza’nın resmine bakın; o resim size çok önemli ipuçları verecektir… Seyyid Rıza saçı sakalı birbirine karışmış vaziyettedir.

         O haliyle medeni ülkeler seviyesine çıkmak mümkün müdür?

         Devletin genel “modernleştirme” projesi karşısında sanki granitten yapılmış bir engel gibi durmaktadır.

         Zamanın elitleri Dersimlileri geri ve ilkel olarak görmektedir. Onlara göre Dersimliler de dâhil olmak üzere bütün insanlarımız, Devlet eliyle medenileştirilmeye müstahak yaratıklardır.

         Bu izahımı gerçekçi bulmayanlar o dönemin gazetelerine müracaat edebilirler. Dersimliler için aynen böyle denilmektedir: “Saçı sakalı birbirine karışmış, vahşi, ilkel.”

         İsmet Berkan Hürriyet gazetesinde 26 Kasım tarihli sütununda, Gülsüm Bilgehan’ın Milliyet gazetesinde yayımlanan bir konuşmasına değinir. Gülsüm Bilgehan İsmet İnönü’nün torunudur; söyledikleri Cumhuriyeti kuran elitlerin şuuraltına vakıf olabilmemiz açısından zannımca son derece önemlidir.

         Bakınız İsmet İnönü’nün torunu Sayın Bilgehan Milliyet Gazetesine neler demiş:

         “Bu sorunun çözülme yöntemi bugünkü insan haklarına uymuyor ama o dönemde başka çare yokmuş zaten. Bence sonuca bakmak lazım. Sonuçta bugün Tunceli bölgesi en görgülü, en eğitimli, demokrasiye inanan insanlardan oluşuyor. Mesela sürgünlerden söz ediliyor. O sürgünlerden çok iyi yetişmiş genç kızlar var. Belki o bölgede, ortaçağ şartlarında kalsalardı o aileleri kuramayacaklardı”

         Helal olsun! Demek ki aileleri parçalanmış, annesi babası ölmüş küçük kız çocukları subay ailelerine verilmişte neticede o kızlar ortaçağ şartlarında olmaktan kurtulmuş!?

         Peki, kurtulmuş da ne olmuş?  “Modern” olmuş!?!

         Aklıma gelmişken, bizim ayrıca başka yörelere ait böyle modern(!) türkülerimizde vardır.

         Mesela: “Atma Hamidiye atma, şapka da giyeceğim vergi de vereceğim” gibi.

         Cafer Solgun, “Dersim… Dersim” isimli kitabında, 2001 yılında hayatını kaybeden Sabiha Gökşen’in, 28 Haziran 1987 yılında “Nokta” Dergisinde kendisi ile yapılan röportajından alıntılar yapar. Söyleşide konu, sürgünlere gelince bakın Atatürk’ün manevi kızı neler demektedir:

         “ Yaşadıkları yerler iptidai idi, konut verilecek halleri yoktu. Onları daha iyi bir yaşama kavuşturmak için başka yerlere yerleştirdiler. Atatürk’ün gayesi buydu. Daha insanca yaşamalarını istiyordu Atatürk”

        

         Cafer Solgun’un “Alevilerin Kemalizm’le İmtihanı” isimli kitabında Aleviler hakkındaki önemli bir tespitinden de söz etmemin gerektiği kanaatindeyim.

         Yazar Alevilere karşı sistemin iki farklı tutumundan bahseder. Bunlardan ilki “asimilasyon”dur. Bu tutum uğranılan katliam ve sürgünlerdir.

         İkincisi ise “misyon” yükleme tutumudur. Bu tutum ile Aleviler irticaya karşı “Cumhuriyet ve Laikliğin” teminatı olarak gösterilmiş ve görevlendirilmişlerdir.

         Bu görevle yüklü olarak, birkaç sene önce düzenlenen  “Cumhuriyet Mitinglerine” Alevi yurttaşlarımız büyük bir yoğunlukla iştirak etmişlerdir.

         Bence Sayın Solgun’un bu tespiti üzerinde durulup düşünülmesi ve gerekirse yoğun bir otokritik yapılması gereken bir tespittir.

         Başbakan tarafından özür dilenmesi ile birlikte artık yeni bir mecraya girilmiştir. Türkiye, bu tavrın beraberinde rahatlamıştır. Kendine daha fazla güveni gelmiş ve vatandaşları ile daha kucaklaşır vaziyete imkân açmıştır.

         En önemlisi “modernleşme” tarihimize eleştirel yaklaşımın kapısı aralanmıştır.

         Evet, eleştiri hayatın aradığı “dinamizm” için elzem olan en önemli faktördür. Eleştirinin olmadığı yerde “mevcut”, ideolojik doğma haline gelir.

         İdeolojik doğmanın bulunduğu yerde ise mesafe almak bir yana kımıldamak bile mümkün değildir.      

         Zaten Batıyı “Batı” yapanda kendi içerisinde ürettiği eleştirel yaklaşımı değil midir? Kendine yine kendisi tarafından yöneltilen eleştiriler vasıtasıyla hayatı dinamik hale getirmekte değil midir?

         Batıdan iktibas ettiğimiz ideolojiler dönemi ana yurdunda çoktan sona ermedi mi?

         Konuyu tekrar Seyyid Rıza’dan alıntılarla sonlandıralım isterseniz.

         Seyyid Rıza Yargılanırken şöyle söylemiştir:

         “Ben sizin yalanlarınızla, hilelerinizle baş edemedim; bu bana dert oldu. Sizde bana diz çöktüremediniz, bu da size dert olsun”

         Çağlayangil Seyyid Rıza’nın idam sehpasına götürülürken boş meydana şöyle haykırdığını ifade eder:

         “Kerbela evlatlarıyız! Hatasız, günahsızız! Bu ayıptır! Zulümdür! Cinayettir!

         Günah… Ayıp... Zulüm. Ne dersiniz? Hiç de  modern kavramlar değil, değil mi?

        

       

- - - - -