Kitap yapraklarımın arasından 4-5 yıl kadar önce yazmış olduğum ancak paylaşmayı unuttuğum yazıyı buluyorum ve eski bir dostla karşılaşmış gibi mütebessim okuyup yayımlıyorum:

Dostluktan herkesin anladığı, kalbi, ufku, inançları ya da pragmatik yaklaşımları kadar... Benim isteklerim, karşı taraf için emirdir ve koşulsuz uygulanır kibrinde yürütülecek birşey değil dostluk. Yahut her kaprisi yapma hakkı, kırıp dökme lüksü bana aittir şımarıklığında olması da mümkün değil...

Dünyevileşmenin bu kadar hayatımıza girmediği yıllarda dostluktan anlaşılan daha samimi, daha tabi duygulardı. Üç günden fazla küsmenin günah görüldüğü, mendil kurumadan barışılıveren, özür dilemenin erdem sayıldığı vakitlerde bayramlar, araları açılanları biraraya getirme günleriydi. Sekülerleşme ve yozlaşmayla birlikte her koyun kendi bacağından asılıra dönüştü.

Ne yazık ki dost seçerken kriterler evrim geçirdi. Bu arkadaş benim çıkarlarımın hangi aşamasında duruyor? Hedefe ulaşma sürecinde bu insan benim için bir basamak mı, merdiven mi, kaldıraç mı aksine takoz mu hesapları yapılabilmekte...

Farklı mizaca, mizah anlayışına, siyasi görüşe, ideolojiye sahip kişilerin fazlaca birarada vakit geçirmesi yahut fikir tartışmalarında bulunması dostlukların kısa ömürlü olmasının sebeplerinden yalnızca biri. Muhsin Yazıcıoğlu'nun sözünü hatırlarım böyle durumlarda. "Meclis kürsüsünde birbirine atıp tutan siyasilerin meclis lokantasında güle oynaya nasıl yemek yediğini görseydiniz sevdiklerinizle siyasi tartışmalara hiç girmezdiniz." 

Yaratacıyla, ölüm ve ahiret kavramlarıyla ilişkilerimiz rastgeleyse dostlarla da aynı düzlemde gelişiyor. Farklılıklarına, hatta meşakkatlerine rağmen dostlarla münasebeti sürdürebilmek bazen sadece dinin öğretileri sayesindedir. İslam din kardeşine, akraba ve arkadaşlara sabrı da öğütler. Bölünmeyi, parçalanmayı hoş görmez. Zira iki taraftan birine ecel ulaştığında dünyalık basit mevzuların telafisi imkansız hale gelecektir.

Dost, arkadaş, sırdaş zannedilen kimileri bazen bizi tüm dostlarımıza karşı doldurup kışkırtarak yalnızlaştırabilir. Etraftan sürekli olumsuz haberler araklayıp getirerek "Senin yanında sadece ben varım" diyen kişi belki de kendi yalnızlığına bizim bölgemizde kocaman ve karanlık bir yer açmak istiyor ve biz belki de hasetlik ve fitne dolu, edininilen bu yeri meşru sanıyoruzdur. Oysa Allah'u Teala "Ey iman edenler. Bir fasık size bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın." buyurmaktadır. 

Küçük ama mütevazi bir çevrede dostlarımız azdır ancak sahicidir. Geniş ve şekilsel, kalıpları, prosedürleri, formaliteli olan çevrelerde arkadaşlıklar, dostluklar yapmacıktır, ilişkiler zorunluluktur. Yani altta çalışan biri üstündekine müdürüne, patronuna vs. küsmeyi, sitem etmeyi, "yeter bu eziyet" demeyi aklından bile geçiremez ve kızılcık şerbeti içmişçesine uyumlu dost görüntüsü verebilir. Ancak eşit şartlardaki arkadaşlarına sıfır toleransla yaklaşıp tüm öfkesini onlara yükleyebilir.

Hakiki dost, maddi anlamda zarar göreceğini dahi bilse yıllarca yol yürüdüğü insana düşmanca davranmayı kendine yakıştıramaz. Sırtında tonlarca ağırlaşmış kin ve husumet yüklü patates çuvalını bırakır, gülümser geçer. Cehaletine, beşer olmasına, çiğliğine, hamlığına verir...

Aristo dostluğa inanmaz. "Ey dostlarım dünyada dost yoktur." der. Bu söze kısmen katılıyorum. Yeryüzünde mükemmel dost yoktur ve onu arayan yalnız kalır. Hakiki dost yalnızca Allah'u Teala'dır. 

Allah Rasulü (sav), “Dostunu severken ölçülü sev, günün birinde düşmanın olabilir. Düşmanına da buğzunu ölçülü yap, günün birinde dostun olabilir.” der. Aşırı uçta gezen duygular eninde sonunda bize zarar verir. 

En çok ihmal ettiğimiz şeylerden biri empati ve muhasebe. "Ben haklıyım, o suçlu" cümlesini bir kenara bırakıp "Onun hataları var ama ben de birçok kez yanlış davrandım, su-i zanda bulundum, ince olamadım." demeyi becerebildiğimiz gün olgunlaşmaya ve fani işgal ettiğimiz yeryüzünü daha yaşanılır hale getirmeye başlarız...