Ateş ve Kadın isimli romanımda, “ateş” ve “kadın” sözcükleri isim olmaktan öte bir anlama işaret ediyorlardı. Onları bir anlamın simgesi olarak seçmiş ve kitaba isim olarak kullanmıştım.

            “Ateş” ülkemizde yıllardır bütün acımasızlığı ile süren kirli savaşı simgeliyordu. Ülkemin ortasında yanan kocaman bir ateş vardı. Üstelik her Türk ve Kürt gencinin ölümü ile bu ateş daha da alevleniyordu.

            İnsanlar mevcut anlayışlarını ve ideolojilerini her iki yandan taşıyarak bu yanan ateşe odun taşıyorlardı. Nietzsche’den ilhamla ben bu işlemi “deve” benzetmesi ile gözler önüne sermeye çalıştım.

            Yani Türkçülük ve Kürtçülük cereyanları ile bu ateşin üzerine her gün develer dolusu odun boşaltılmakta idi.

            Veya: İdeolojiler bu yanan ateşe usanmadan körük vazifesi görmekte idi.

            Yaşanan her ölümde bir annenin yüreği yanar. Yaşanan acıdır ve her konuda bölücülük belki olur ama acıda olmaz, olamaz... Çünkü acıları bölen, başkasının acılarını küçümseyen, dalga geçen, kem sözle ifade eden bir insan, asla insan olamaz.

            Zira insan olmanın olmazsa olmaz en asgari düzeyi bir başkasının acısına gülmemektir... Acıya gark olan düşmanın bile olsa...  Birde acıyan yürek anaya aitse varın siz düşünün artık berisini.

            Romanın isminde geçen “kadın “ lafzı Efendimizin bir hadisinden mülhem olarak kullanılmıştır.

            Hadis metin olarak şöyle: “Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi. Gözümün nuru namaz, güzel koku ve kadın”

            Ben bu hadisi ilk duyduğumda, gençliğin verdiği cesaretle sahih bir hadis olmadığını, mevzu bir hadis olduğunu yani uydurulduğunu düşünmüştüm.

            Yani o zamanlar ki düşünceme göre Efendimiz Hazretleri bunu söylememişti, birileri onun adına iftira atmışlardı.

            Fakat sonra bilenlere ve işin ehline yaptığım danışmalar yanında yaşımın ilerlemesi sebebiyle daha makul düşünebilme yeteneğimin gelişmesi ile birlikte ben bu hadisin sahih olduğunu anladım.

            Artık anlamı üzerinde düşünmekten ve zihnimin değişik yerlerinde bulunan ilgili bilgilerin yardımına müracaat etmekten başka bir çarem kalmamıştı.

            Evvela hadiste “sevdirildi” deniyordu. Sevdim değil “sevdirildi” demesi kendisine Allah tarafından buyrulduğuna işaret ediyordu.

            Ve bu sevdirilen şeyler “dünyamızdan” olan şeylerdi. Yani bizim hayatımız ile bağlantılı, burası ile ilgili, bizlerin de yapabileceği şeylerdi.

            Yoksa “dünyanızdan” denmezdi.

            Bu aynı zamanda bizlere de ‘bu üç şeyi sevin’ anlamına gelen bir buyruktu.

            Efendimize bu dünyaya ait sevdirilen üç şeyden ilki namazdı. Yalnız dikkat: “gözümün nuru” olan namaz!

            Göz nedir? Görme işlemini sağlayan bir organdır. Göz ne ile görür? Işık ile görür. Işık evvele bir cisme çarpar sonra gözümüze gelir, bizde o vesileyle görme imkânına sahip olabiliriz.

            Demek ki gözün etrafımızı görmesi için ışığa yani nura ihtiyaç vardır.

            İşte burada namaz insanın hayatında aynen ışığın gözde oynadığı rolü oynayacaktır. Yani insan evvela kendisini sonra çevresini ve giderek bütün varlık âlemini değerlendirirken, anlam verirken, zihni çerçevesini oluştururken ‘namaz’ ona ışık görevi görecektir.

            Yani yaşadığı hayatın ne olduğu, anlamının ve mahiyetinin nasıl olduğu sorularını cevaplandırırken namaz ona rehberlik edecektir.

Böylece namaz sadece belirli zamanlarda tekrar edilen bir alışkanlık ve ritüel haline gelmekten çıkacak ve hayatı izah eden bir ışık misali insanın zihnini ve gönlünü kapsayacaktır.

Hatta öyle bir kapsayacaktır ki, muzır hiç bir ideoloji içeri sızabilecek en ufak bir delik dahi bulamasın.

Devam edeceğiz, inşallah.